Yorumlar

DAEŞ ile Vehhâbîlik Selefiliğin İki Ayrı Yüzü Mü?

 

Özellikle cihadî Selefiliğin gündemde sıkça tartışılmasını sağlayan DAEŞ ile Vehhâbîlik, dogmatik din anlayışları sayesinde birtakım paralellikler göstermektedir. İmam-ı Hanbel, İbn Teymiyye ya da İbn Hazm gibi Selefi alimlerin öğretilerini referans almaları bunu doğrular niteliktedir. Her ne kadar İbn Teymiyye Sufiliğe bağlı olan Zühd hareketini dine aykırı bulmamışsa da, gerek DAEŞ gerekse de Vehhâbî hareketi tasavvufun Hz. Peygamberin vefatından sonra ortaya çıkmış olduğu gerekçesiyle dinin saf haline ters düştüğünü iddia etmişlerdir. Benzer şekilde türbe ve mezar geleneği, mescitlerin gösterişli hale getirilmesi, dine karışan kültürel unsurlar, eşya, sayı ve günlere kutsallık atfetme gibi birçok şey bidat sayılarak dindışı ilan edilmiştir. Şirkin bertaraf edilmesi, saf tevhidin hakim kılınması ve bu ikisinin gerçekleşmesi için cihadın şart koşulması noktasında birleşen Selefiliğin bu iki ayrı yüzü aynı zamanda Şii düşmanlığı sayesinde ortak bir antagonizmada buluşmaktadır. Hz. Ali ve evladına aşırı tazim sebebiyle müşrik kategorisinde değerlendirilen Şiilerin yanı sıra Sünniliğin içinde de kendilerinin yegâne doğru Sünnilik algısına sahip olduklarını ileri sürmektedirler. Bu dışlayıcı ve ötekileştirici tutumları yüzünden her iki Selefi anlayış hem kendi içinde hem de dışarıdan muhalefete maruz kalmıştır, zira DAEŞin ve Vehhâbîlerin tekfirci davranışları “saf din” iddiasının bir silah olarak kullanıldığına işaret etmektedir. Ne var ki, teolojik temellerini Selefi geleneğe dayandıran DAEŞ özellikle söylemsel düzlemde aşırı bir zahiriciliğe yöneldiği için, “Allahın hükmünden başka hüküm yoktur" sloganıyla İslam tarihinde Hz Aliye karşı bir isyan hareketi olarak ortaya çıkan Haricilik kavramı ile bağdaştırılmaktadır.

Toplumsal uygulamalara gelince, kadınların yüzlerinin de gizlenmesini öngören hukuki anlamda zorunlu olan bir tesettür anlayışı, cariye edinmenin meşruluğu ve faiz içeren uygulamaların yasaklığı gibi konularda her iki taraf hemfikirdir. Toplum içerisindeki Gayr-i Müslimlere karşı takındıkları tutum açısından farklılaşmalarının dışında kadın ile erkeğin toplumsal statüleri gibi meseleler hakkında ortak bir bakış açısına sahip olduklarını ifade etmek yanlış olmayacaktır. İslam Devleti bir hilafet, Suudi Arabistan Krallığı ise Vehhabilik ile bütünleşmiş bir monarşi olarak din ve devleti birbirinden ayırmamak suretiyle geliştirdikleri demokrasi karşıtı devlet anlayışlarında da bazı ortak paydalardan söz edilebilir. Mesela her iki taraf da yöneticinin Kureyş yani peygamber soyundan gelmiş olmasını şart koşmaktadır çünkü her iki taraf da “imametin (dini ve siyasi otoritenin) Kureyşten olması” gerektiğini bildiren rivayeti (Sahih-i Müslim, İmamet bâbı) bağlayıcı bulmaktadır. Burada belirtilmesi gereken husus, meşru imamın Müslüman olma şartı noktasında aranan asıl özelliğin onun Selefi olmasıdır. Örneğin DAEŞin, El-Kaidenin Taliban lideri Molla Ömeri halife olarak göstermesine tepkisi, Molla Ömerin Mâturîdî olduğu için Selefi olmadığı ve bu yüzden de halifelik iddiasının meşru olmadığı şeklinde olmuştur. DAEŞdeki halife ile Vehhabi-Suudi geleneğindeki kral arasında bazı benzerliklerden bahsetmek mümkündür. Kureyş soyuna mensubiyet iddiası, devlet başkanlığı, şeriatın koruyuculuğu ve başkomutanlık rütbesi bunların başlıca örneklerindendir. Meşruiyet kazanma uğrunda yoğun çabalar sarf etmiş Vehhâbîlik ve DAEŞe göre imamın yani devlet başkanının yetki alanı geniş olmakla birlikte ona biat etmek ya da meşru hakimiyetine karşı itaat sözü vermek her Müslüman için bir ilahi emir değeri taşımaktadır. Yine onlara göre ayet ve hadislerin literal anlamlarından hükümler çıkarmakla yükümlü olan Selefi alimler ise şeriatı uygulayan devletin hizmetinde bulunmalıdırlar. Bu bağlamda dini fetvaların sağladığı meşruiyet ile biat almak için baskı yapılabilir ve “fesadın” ortadan kalkması için gerektiğinde şiddete meşru bir araç olarak cevaz verilebilir.

Selefi anlayışları gereğince muvahhit bir toplum inşa etme çabası doğrultusunda cihadın ve hicretin hem iç siyaset hem de dış siyaset açısından temel bir işlev gördüğü anlaşılmaktadır. Hayati önem taşıyan bir meşruiyet aracı olarak cihat ilkesi her iki hareketin yayılıp taraftar bulması ve toprak hakimiyeti sağlaması bakımından anahtar rol oynamaktadır, zira tek doğru ve saf kabul ettikleri dinin, hakimiyet kurmak istedikleri coğrafyayı sarması bir ilahi emir gibi lanse edilmektedir. Buna göre hem Vehhabiliğin hem de İslam Devletinin yayılmacı politikalar izlediği dönemlerde hedef alınan topraklar müşrik veya kâfir addedilip cihadın meşru kılındığı topraklar olarak tanımlanmıştır. Ancak DAEŞ hilafet ilanından bu yana dinamik varlığını cihat-hicret bağlamında sürdürürken, Vehhabilik devletleşme sürecinde istifade ettiği aktif cihat söylemine Suudi Arabistan Krallığının kuruluşundan sonra pek ihtiyaç duymamıştır. Cihat-hicret bağlamında ikili bir etkileşimden bahsedilebilir çünkü bir yandan cihat topraklarında yaşayan Müslümanlar, üzerinde de facto hakimiyet sağlanmış bölgelere hicret etmeleri için çağırılırken, öte yandan henüz elde edilmemiş bu toprakların mevcut hakimiyet alanına eklemlenmesi için de buralara savaşmak üzere “mücahit birlikler” gönderilmektedir.

Diğer bir benzerlik ise Batı karşıtlığıdır. Her ne kadar Suudi Arabistan günümüzde Amerika Birleşik Devletlerinin en yakın Ortadoğu müttefiki olarak tanınsa da, Vehhâbîlik hareketinin ortaya çıkışı ve gelişiminde bu böyle değildi. Daha sonra Suudi Arabistan Krallığının kurulduğu 1932 yılından itibaren Batı karşıtlığı zaman zaman konjonktürel değişiklik göstermiştir. Örneğin Kral Faysal döneminde Batının maruz kaldığı petrol boykotu, ondan sonra tahta geçen üvey kardeşi Halid b. Abdülaziz döneminde kaldırılmıştır ve Batı ile daha iyi ilişkiler kurulmuştur. Her iki tarafta kalıcı bir söyleme dönüşen demokrasinin Batı mirası olduğu vurgusu da bir bakıma yine bu karşıtlığın ürünüdür. Vehhâbîlik ile DAEŞin (Irak İslam Devleti iken) tarihsel şekillenme süreci incelendiğinde göze çarpan diğer bir husus, varlık gösterdikleri coğrafyada etkili olan devletlere karşı savaş sonucu ortaya çıkan otorite boşluğundan faydalanarak meydan okumalarıdır. Vehhâbîlik, otoritesini gayr-i meşru saydığı Osmanlıya isyanı ile taraftar kazandığı gibi DAEŞ de bulunduğu bölgede tehdit olarak tanımladığı devlet yapılarına düşmanlıkla cevap vermektedir. Her iki düşmanlık içerisinde de tekfir söyleminin çok güçlü olduğu görülmektedir. Bir zamanlar Osmanlıya meydan okuyan Vehhâbî zihniyeti yerine şimdi kendini İslam Devleti olarak adlandıran hareket benzer tekfirci söylemlerle Türkiyeye ve bölgedeki diğer devletlere karşı cephe almış durumdadır. İdeal bir devrin rönesansı ütopyasına tutunarak savaşmış olan Vehhâbîler ve DAEŞ, Batı karşıtı olmalarına rağmen en fazla Müslümanlara karşı savaşmışlardır, zira doğup geliştikleri topraklar Müslüman topraklarıydı. Vehhâbîlerin 1920de Hicaz topraklarında hakimiyet sağlayana kadar Reşîdîler ve Şerif Hüseyin kuvvetlerine karşı savaştıkları gibi, DAEŞ de hala çok sayıda Müslüman devlet ve örgütle mücadele içindedir.

Bu benzerliklerin yanı sıra elbette her iki aktör için belli başlı farklılıklar da hesaba katılmalıdır. 21. Yüzyılın radikalleşme fenomenlerinden biri olan DAEŞ aşırı ve aceleci tekfirciliği, uzlaşmaz din ve devlet anlayışı ve aşırı şiddet kullanımı ile siyasi gündemin odak noktası haline gelmiştir. Yeni bir devlet iddiasıyla “Skyes Picot sınırlarını” imha ettiğini bildiren DAEŞ meşru gördüğü tek yönetim biçimi olan hilafeti yeniden tesis ederek Vehhâbîliğin ıslah ve ihya çerçevesini aşan amaçlara matuf olabileceği düşüncesini beraberinde getirmektedir. DAEŞden farklı olarak hanedanlık sistemi tarafından nesilden nesile himaye edilen Vehhâbîlik, Arap yarımadasını kuşattıktan sonra doğal sınırlarına ulaşmışken; DAEŞin evrensel cihat cağrısı, dünyadaki tüm Müslümanlara İslam Devletine hicret etmelerini ve halifeye biat etmelerini emretmesi, Vehhâbîlikten farklı olarak yayılmacı bir dünya hakimiyeti idealine sahip olduğunu da akla getirmektedir. Devlet meşruiyeti bakımından Vehhâbîliğin Suudi kraliyet geleneği ile meczi söz konusu olduğundan DAEŞden daha fazla meşruiyete sahip olduğu açıktır. Hilafetin kurulmasıyla birlikte DAEŞ temsilcileri tarafından rakip aktörlerin artık meşruiyetlerini kaybettiklerinin vurgulanması, DAEŞin Vehhâbîliğin içinde görülen yegâne doğru olma iddiasının hem dini hem de siyasi açıdan daha da ileri taşındığını gözler önüne sermektedir. Söylemsel olarak güçlü bir İsrail düşmanlığını da kapsayan Batı karşıtlığının yanı sıra DAEŞin İslamofobiden de yararlandığı göz önünde bulundurulmalıdır. Nitekim Batı ülkelerinde İslamofobi çemberi içinde marjinalleşen Müslüman azınlıklardan DAEŞe katılanların, buradaki nüfusun %20sini oluşturdukları tahmin edilmektedir. DAEŞin ortaya çıktığı ve yayıldığı coğrafya din ve etnisite açısından heterojen olmakla birlikte dışarıdan katılanlar sayesinde daha büyük bir ırk çeşitliliği sunmaktadır. Ne var ki, bu ırksal ve kültürel zenginlik Sünni-Selefi bir baskınlık içinde eritilmeye çalışılmaktadır. DAEŞ, tahakkümü altında tuttuğu coğrafya itibariyle Müslüman olmayanlara yönelik hukuki düzenlemelere ihtiyaç duymuştur. Basın ve insani yardım görevlileri için geçerli olan ve hayat güvenliği temin eden “emân evrakları”, Yahudi ve Hristiyanların Ehl-i Kitap olarak cizye vergisine tabi tutulmaları, Yezidi gibi kökeni itibariyle müşrik kabul edilenlerin Müslüman olmaya zorlanması aksi takdirde ise öldürülmesi gibi örnekler bu hukuki düzenlemelerin bir parçasını teşkil etmektedir.

Vehhâbîliğin oluştuğu Arap coğrafyasında ise %10luk bir oranı temsil eden Afrika ve Asyalılar haricinde toplumun Arap olması ve tamamının da Müslüman olması daha homojen bir yapıya yol açmaktadır. Bu cihetle Vehhâbîlik bedevi Arap kabileleri arasında hızlı bir şekilde yayılma imkanı bulmuştur. Bu da Suudi-Vehhâbî devletin, Arap topraklarını bir krallık altında birleştirme amacına oldukça hizmet etmiştir. Suudi kralının veliaht tayin etmesi, kabile taassubu, devlet geleneği, Şura Meclisi görüş beyan etse de son sözün krala ait olması ve bakanlar kurulunun kral tarafından atanması, DAEŞin yapısına mukayeseyle Vehhâbî gelenekte monarşinin daha baskın olduğunun altını çizmektedir. DAEŞ ise ilk dönem İslam hilafetini kendine model alması sebebiyle gelenekçi bir ilk izlenim bıraksa da, tarihsel oluşum sürecine bakıldığında, El-Kaidenin içinden çıkarak evrilmesine rağmen El-Kaide geleneklerine bağlı kalmadığı gözlemlenmektedir. Hukuki yapısı ile dikkat çeken DAEŞde mezalim mahkemeleri, İslam mahkemeleri (Musuldaki Yüksek İslam Mahkemesi) ve bir nevi ahlak zabıtalığı yapan Hisbe Teşkilatının yanı sıra, valilerin bağlı olduğu ve başkanlığını halifenin bizzat kendi yürüttüğü Şeriat Konseyi, bürokratik bir yapının varlığını da gözler önüne sermektedir. Ayrıca Şura Konseyinin görevlerini yerine getirmeyen halifeyi azletme yetkisine sahip olması da, İslam Devletinin Vehhâbî geleneğe göre temel bir farkını ortaya koymaktadır. Selefiliğin her iki tarafın din anlayışını şekillendirmesine rağmen, Vehhâbîlikte amel ile iman bir bütün teşkil ederken; DAEŞde Müslümanlar İslamda haram kılınan şeyleri (içki içmek gibi) icra etmekten dolayı tekfir edilemezler. Tekfir edilmeleri için yaptıkları dindışı şeylerin meşru olduğuna inanmaları gerekmektedir. İslam Hukuku bu anlamda sosyal tebaa ile bir ittifak kurma veya ondan rıza alma mekanizması sağlamaktadır. Özellikle İslamdaki adalet ve eşitlik öğretileri hükümet ile halk arasında bir yakınlık kurmaktadır. Şeri siyaset teorisine göre, DAEŞ içtihadı yeğlemeyen Selefi çizgisine rağmen maslahat prensibini ön plana çıkarmaktadır. Maslahat kapsamı içinde devlet yetkilileri de belirli ölçüde karar alma hakkına sahiptirler. Bunun aynı şekilde Vehhâbîler için de geçerli olduğu söylenemez. Sonuç itibariyle Vehhâbîlik ile DAEŞ arasında tarihsel, mekânsal, siyasal, ekonomik ve toplumsal kontekst ayrılığına rağmen, Selefi düşünce geleneğine bağlılıklarından dolayı ideolojilerinde olduğu gibi uygulamalarında da farklılıklardan çok benzerlikler söz konusudur. Yine de DAEŞ bünyesindeki yöneticilerin çoğunlukla genç olması, benzer çizgide oldukları iddia edilen Nijeryadaki Boko Haram gibi örgütlerle iletişim kurulması, medya ile internetin son derece etkin bir biçimde kullanılması ve hatta internet üzerinden halifeye biatın dahi kabul edilmesi; DAEŞ için, Vehhâbîlik ile paylaştığı Selefi düşüncenin ötesinde, 21. Yüzyılın ve bulunduğu coğrafyanın şartlarına adapte olmuş, son derece iddialı, dinamik ve uluslararası bir imaj yaratmaktadır.