Yorumlar
Mezhepçi Politika Nedir?
Ortadoğu siyasetine bakıldığında, özellikle Arap Devrimleri sürecinde bölgesel aktörlerin iç ve dış politikalarının şekillenmesinde mezhep faktörünün önemli rol oynadığına dair yorumlar yapılıyor. Başta İran ve Suudi Arabistan olmak üzere Ortadoğu ülkelerinin bölgede yaşanan gelişmeler konusunda mezhepçi refleksler geliştirdikleri ve mezhepçi politika izledikleri genel kabul görüyor. Bölgenin Müslüman halklarını oluşturan Sünniler, Şiiler ve Selefilerin birbirlerine karşı algılarında son dönemde yaşanan önemli orandaki bozulma ise bu yargıları doğrular gibi görülüyor. Örneğin Lübnandaki Hizbullah, Arap Devrimleri sürecinden önce Ortadoğunun Sünni halkları arasında da genel olarak İsrailin saldırgan politikalarına kahramanca direnen bir örgüt olarak görülürken, özellikle Suriye iç savaşında oynadığı rolden dolayı artık Sünniler arasında nefret edilen bir aktöre dönüşmüştür. Hizbullaha ve onun arkasındaki güç olan İrana yöneltilen suçlama ise mezhepçi politika izledikleri yönündedir.
Bu durumda mezhepçi politikanın ne olduğunun tanımlanması önem kazanmaktadır. Bu konuda sağlıklı bir tanımlama yapmak için aşağıdaki üç sorunun cevaplanması yol gösterici olacaktır:
- Bölgedeki devletler veya devlet dışı aktörlerin, başka ülkelerdeki kendileriyle aynı ya da benzer mezhepsel aidiyeti taşıyan toplulukların haklarını savunmayı esas alan bir politika izlemeleri mezhepçi politikanın bir göstergesi olarak değerlendirilebilir mi?
- Bu aktörler, başka ülkelerdeki kendileriyle aynı ya da benzer mezhepsel aidiyeti taşıyan halkların bu aidiyetlerini kendi çıkarları doğrultusunda kullandıkları zaman mı mezhepçi politika izlemiş oluyorlar?
- Söz konusu bu bölgesel aktörlerin, başka ülkelerin Müslüman halkları arasında kendi mezhepsel kimliklerini yayma çalışmaları (Şiileştirme, Selefileştirme ya da Sünnileştirme) mezhepçi politikanın bir parçası mıdır?
Bu üç soruda ifade edilen tutumların hepsi değişik düzeylerde de olsa, mezhepçi bir politikaya işaret ediyor olabilirler. Birinci soruda ifade edilen tavır, yani Ortadoğudaki devletler veya devlet dışı aktörlerin başka ülkelerdeki kendileriyle aynı mezhepsel kimliği paylaşan toplulukların haklarını savunmayı esas alan bir politika izlemeleri, her zaman olmasa bile çoğunlukla mezhepçi bir politikaya zemin teşkil edebilir. Söz konusu bu toplulukların yaşadıkları ülkelerde baskı altında olmaları durumunda, onlarla aynı mezhepsel kimliği taşıyan devletlerin onların hamisi gibi davranmaları anlaşılabilir bir tutum olsa da, bu azınlık toplulukların bahane edilmesi yoluyla devletlerin hukuksuz bir şekilde birbirlerinin içişlerine karışmaları sonucunu da doğurabildiği için çatışmalara yol açabilmektedir. Bu nedenle, başka ülkelerde yaşayan mezhepsel azınlık gruplarının haklarını savunmak çerçevesinde atılan adımların mezhepçi politika kapsamında değerlendirilip değerlendirilmeyeceği tamamıyla sübjektif niteliktedir. Kişiye ve somut olaya göre, bu çerçevede yapılan girişimlerin bazıları mezhepçi müdahaleler, bazıları ise gerçekten azınlık haklarının korunması amacıyla gerçekleştirilmiş uyarılar olarak yorumlanabilir. Bu sübjektif değerlendirmeden kurtulmanın yolu, azınlık hakları gerekçesiyle bu tür müdahaleleri yapan aktörlerin sadece kendisine yakın mezhepsel gruplar lehine hareket edip etmediğinin ortaya konulması olacaktır. Eğer genel bir insan hakları ya da azınlık hakları konsepti çerçevesinde değil de, sadece belirli bir mezhepsel azınlığın haklarına odaklanan bir politika söz konusuysa bunun mezhepçi bir politikaya işaret ettiği söylenebilir.
İkinci sorunun cevabı ise çok daha kolaydır. Yani eğer devletler ya da devlet dışı aktörler, başka ülkelerdeki kendileriyle benzer mezhepsel aidiyeti taşıyan halkların bu kimliklerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyorlarsa kesinlikle mezhepçi politika izliyorlardır. Burada söz konusu olan söz konusu azınlıkları korumak değil, mezhep bağlarından faydalanmak suretiyle kendi dış politik çıkarları için onların araçsallaştırılmasıdır. Devletlerin başka ülkelerdeki, kendi mezhepsel kimlikleriyle örtüşen azınlıkları neden, çoğu zaman onlara da zarar verecek şekilde araçsallaştırdıkları sorusunun cevabı ise uluslararası ilişkilerin doğasında saklıdır. Birbirlerine karşı sürekli bir üstünlük ve güç mücadelesi içerisinde bulunan devletler, aralarındaki bu güç mücadelesinde sadece askeri, ekonomik ve diplomatik araçları kullanmazlar. Halklar da etnik, mezhepsel ve sınıfsal aidiyetleriyle çoğu zaman bu güç mücadelesinin aracına dönüşebilirler. Bu yönüyle halkların başka ülkelerle benzeşen kendi ülkeleriyle farklılaşan bu aidiyetleri, benzeştikleri devletlerin “yumuşak gücü” (soft power)nün bir parçasına dönüşebilmektedir. Ancak özellikle mezhepsel açıdan benzeşen bu aidiyetlerin güç politikasının bir aracı olarak kullanılması Ortadoğu bölgesinde tedavi edilmesi çok zor yaralar açmaktadır. Özellikle Arap Devrimleri sürecinde bölge ülkelerinin bazılarının sürüklendiği çatışmaların mezhepsel boyutu bu sorunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Üçüncü sorunun cevabı da mezhepçi bir politikaya işaret etmektedir. Yani bölge ülkelerinin başka ülkelerin Müslüman halkları arasında kendi mezheplerini yayma çalışmaları (Şiileştirme, Selefileştirme ya da Sünnileştirme) mezhepçi politikanın bir başka yönünü oluşturmaktadır. Bu şekilde politika izleyen ülkelerin neden böyle bir tutum içerisinde oldukları sorusunun ise biri teolojik, diğeri ise siyasi olmak üzere iki cevabı olduğu söylenebilir. Teolojik açıdan bakıldığında, kendi din yorumlarını en doğru yol olarak gören ve başka yaklaşımlara karşı da toleranslı olmayan akımların kendi anlayışlarını başkalarına kabul ettirme ve yayma konusundaki çabaları her zaman olmuştur. Bu çerçevede, özellikle radikal grupların Şiileştirme, Selefileştirme ya da Sünnileştirme çalışmaları bir tür misyonerlik faaliyeti olarak yorumlanabilir. Siyasi açıdan bakıldığında ise, yukarıda ifade edildiği gibi, başka ülkelerde kendisiyle aynı mezhepsel kimliği paylaşan toplulukların sayısının artması devletlerin yumuşak gücünün artmasına hizmet edeceği düşünüldüğü için teşvik edilmektedir. Başta İran ve Suudi Arabistan olmak üzere Ortadoğudaki birçok ülkenin diğer ülke halkları arasında bu tür mezhepçilik faaliyetleri yapması ise bölgedeki güvensizliği artırmaktadır. Başka aktörlerin kendi topraklarında bu tür girişimlerde bulunmasını kendi güvenliği için büyük bir tehdit olarak gören devletler, bu aktörleri düşman olarak tanımlamakta ve kendileri de benzer faaliyetlere yönelmektedirler.
Bu tespitler ışığında mezhepçi politikanın şu şekilde tanımlanması mümkündür. Eğer bir devlet ya da devlet dışı aktör, başka ülkelerdeki halkların kendisine yakın olan mezhepsel aidiyetlerini kendi çıkarları için kullanmaya yönelik bir politika izliyorsa, başka ülke topraklarında çıkarları doğrultusunda kullanacak toplulukların sayısını artırmak gayesiyle kendi mezhebini yaymaya yönelik faaliyetlerde bulunuyorsa veya başka ülkelerdeki kendisine yakın mezhep gruplarının haklarını bahane etmek suretiyle o ülkelerin içişlerine müdahale etmeye çalışıyorsa mezhepçi politika izliyordur.
Ancak bu yazının başlığı olan “mezhepçi politika nedir?” sorusu cevaplanırken bu tanımla yetinilmemesi, mezhepçi politikanın sonuçları itibariyle ne ifade ettiğinin de analiz edilmesi doğru olacaktır. Tarihin her döneminde mezhepsel kimliklerin öne çıkarılması ve siyasi çıkarlar doğrultusunda araçsallaştırılmasına dayalı politikalar bu politikaların uygulandığı bölgelerdeki halklar için büyük felaketler getirmiştir. Bütün tarafların kazanacağı işbirliği eksenli bir politika geliştirilmesinin önündeki en önemli engellerden biri olan mezhepçi politikalar bugün sadece Ortadoğu bölgesini çatışmalara sürüklemiyor. Bu bölgenin mezhepçi politikalar konusunda öne çıkan aktörleri olan İran ve Suudi Arabistan aralarındaki rekabeti Ortadoğu dışındaki İslam topraklarına da taşımaktan geri durmuyorlar. Afganistan ve Pakistanda yaşanan mezhep temelli çatışmalarda da İran destekli radikal Şii gruplarla Suudi Arabistan destekli selefi örgütlerin önemli roller üstlendikleri görülmektedir.
Mezhepçi politikaların yol açtığı bölgesel çatışmalardan kurtulmanın yolu ise, bu politikaları uygulayan aktörlerin bu yöntemlerin yol açtığı tahribatın büyüklüğünü görmeleri ve kendilerine de faydadan çok zarar getirdiğini anlamalarından geçiyor. Karşı tarafın mezhepsel kimliğine saygı, başka ülkelerin halkları arasında mezhep misyonerliği yapmamak ve o ülkelerdeki mezhepsel olarak kendisine yakın toplulukları güç politikalarının aracı haline dönüştürmemek bu çerçevede gelebilecek olan zararları ortadan kaldıracaktır.