Arap Baharı beş yılını tamamlarken, Ortadoğudaki geleneksel bölgesel düzenin temel parametrelerinde kontrol edilmesi zor bir sarsıntıı yaşanıyor. Bu sarsıntı, bir taraftan Ortadoğunun güvenlik mimarisinin geleneksel yapısını tasfiye ederken, yeni bir Ortadoğunun da ortaya çıkmasına neden oldu. Ne var ki, hâlihazırda 2010dan bu yana yaşanan sarsıntı ve jeopolitik arbede, ne tam olarak eski düzenin tasfiye edilmesini ne de yeni bir jeopolitik düzenin kurulmasını sağlayabildi. Tam anlamıyla, eski coğrafi düzenin parametreleri ile yeni yeni oluşmakta olan bölgesel dinamiklerin eş zamanlı bir biçimde seyrettiği, melez bir geçiş dönemi yaşanıyor. Bu nedenle Ortadoğuda mikro ölçekten makro ölçeğe tanımlanması zor bir ‘ara dönem oluşmuş durumda. Böylesi bir ara dönemin bundan sonra nasıl bir Ortadoğunun kuruluşuna kaynaklık edeceği ise ucu açık bir soru.
Tarihsel olarak bakıldığında, Ortadoğu kavramının ortaya çıkışı ve kavramın geçirdiği dönüşümler ile bölgesel güvenlik dinamikleri arasında karşılıklı, biri dışardan diğeri de içerden işleyen iki süreç yaşandı. Kavram, bir Batı icadı olarak ortaya çıktı. Soğuk Savaşın küresel rekabetinin bir parçası olarak, bir tarafta Batı diğer tarafta da Sovyet güvenlik stratejilerine eklemlendirilerek dönüşüme uğradı ve büyük ölçüde İsrail-Filistin uyuşmazlığı ekseninde, içerden dinamiklerle, Arap ve İslami karakteri ağır basan muhafazakâr-millliyetçi kavram olarak bir tür ‘Arap ortak vatanı tasavvuruyla yeni bir anlam dünyasına kavuştu. Soğuk Savaş sonrasında Arap ve İslami karakterinden giderek bir sapma yaşayan Ortadoğu kavramı, daha çok Batı merkezli jeopolitik tasavvurun güvenlik nesnesine dönüşerek, dünya siyasetinin merkezinde olsa da, marjinal bir coğrafyaya indirgenerek tanımlandı.
Bu marjinalleştirme sürecinde Ortadoğu kavramı, 11 Eylül 2001in ardından terör ve terörle mücadele ekseninde yeni bir güvenlik nesnesi etrafında, hızlı bir biçimde radikalleşme fenomenine eklemlenerek dünya sisteminin adeta dışına itilen istisnai bir coğrafya olarak tanımlandı. Arap Baharıyla başlayan yeni dönemde ise, demokratikleşme ekseninde Ortadoğunun ekonomi politiğinde köklü bir dönüşüm potansiyeli ortaya çıksa da, Suriye İç Savaşı ve IŞİDin devlet ve Halifelik ilanı ile birlikte, jeopolitik ve jeokültürel bir parçalanma ekseninde radikalleşmenin dinamiklerini besleyen coğrafi ve siyasi bir dışlamanın, eşzamanlı muhatabı oldu. Diğer bir ifadeyle, bu dönemde Ortadoğu kavramı, sadece coğrafi olarak değil aynı zamanda içerdiği anlam dünyasının tefrik edici özellikleri bağlamında da dışlanmaya maruz kaldı. Bu anlamda, Arap Baharı sonrası Ortadoğu hem bir kavram hem de geçirdiği radikal dönüşüm bağlamında, ‘çifte dışlanmayla karşı karşıya kalarak, Ortadoğu istisnacılığı ile birlikte ele alındı. Bugün karşı karşıya kaldığımız temel sorun, Ortadoğu istisnacılığının üretimine kaynaklık eden jeopolitik gelenek ile bu geleneği altüst eden Ortadoğu jeopolitiğin kendi dinamiklerinin karşı karşıya gelmesinin, nasıl bir ‘yeninin doğmasına kaynaklık ettiğidir.
İsyan, Devrim ve Batı sonrası Jeopolitik
Yeni Ortadoğu da tıpkı diğer tarihsel tanımlamalarda olduğu gibi, jeopolitik ve jeokültürel bir kategoridir ve bu haliyle, yeni bir iktidar ve bilgi üretimi sürecinin ayrılmaz bir parçası olarak, güç mücadelelerin türevidir. Ortadoğunun bugünkü anlam dünyasına yönelik yeniden üretim süreci ile yeni bölgesel dinamiklerin ortaya çıkardığı radikal dönüşüm süreci arasındaki diyalektik ilişki, bu güç mücadelesinin merkezinde yer almaktadır. Bu diyalektik ilişkinin bir tarafında Ortadoğunun söylemsel ve pratik ‘çifte dışlanmışlığı yer alırken, diğer tarafında ise radikal dönüşümün muhatabı olan Batı merkezli bölge tasavvuruna karşı isyan yer almaktadır. Diğer bir ifadeyle, bu süreç büyük ölçüde bir karşıtlık içermektedir ve yeni Ortadoğu jeopolitiğinin imkânı, yani kalıcılığını sağlayacak çelişkileri de içinde barındırmaktadır.
Çifte Dışlama Pratikleri
Batı merkezli tüm jeopolitik kategorilerde olduğu gibi Ortadoğu kavramının, Arap Baharı sonrası içerdiği anlam dünyasının yeniden üretim sürecine bakıldığında, çifte bir dışlanmaya maruz kaldığını söylemek mümkündür. Bu tür bir dışlama pratiğinin en belirgin versiyonunu, Ortadoğunun ‘nevi şahsına münhasır karakterinin ve dinamiklerinin dile getirilişi sırasında görmek mümkündür. Burada Ortadoğunun, ‘normal olmayanı ifade eden ve tarihin olağan akışının dışında varolan ‘modern-karşıtı bir karaktere sahip olduğu sıklıkla dile getirilirken, Ortadoğu rasyonel olma vasfını içeren Batılı partikülarist düşüncesinin de uygulanamayacağı mekânsal bir kategori olarak kurgulanır. Böylece, Ortadoğuyu tasvir etmenin ancak İslama bakmakla mümkün olduğunu ileri süren bir söylemsel kurgu inşa edilmiş olur. IŞİD merkezli analizlerde, İslam ile radikalleşmenin Ortaçağcıl dinsel fanatizmininin Ortadoğu ölçeğinde yeniden canlanışı olarak sürekli tekrar etmesi, buna örnek olarak verilebilir. Örneğin, Amerikan başkanlık seçimlerine yönelik Cumhuriyetçi kampanyada Donald Trumpın söyleminde kendini ele veren Hristiyanvari ‘dinsel köktencilik ile Ted Cruzun IŞİDin Suriyedeki merkezi Rakkadan temizlenmesi için, orada yaşayanların toplu cezalandırma tekniğiyle ‘yok edilmesini öneren söylemsel stratejisindeki kesişme noktası, böylesi bir dışlamanın tecessüm etmiş halidir.
Çifte dışlama, sadece söylemsel bir strateji ile de sınırlı değildir. Böyle bir söylemsel stratejiye eşlik eden jeostratejik bir eylem pratiğini Batının, özellikle de ABD ve Rusyanın, Suriye İç Savaşı bağlamında Arap Baharı sürecine yönelik aldıkları siyasi posizyonlarda da görmek mümkündür. Bu anlamda, Ortadoğu söylemsel olarak neo-liberal ilerlemeci tarih anlatısının dışında seyreden, evrensel olandan kopuk olan ve hatta evrensel olana meydan okuyan mekânsal bir kategori olarak kurgulandığı için, evrensel olanın da uygulanabileceği bir coğrafi yer olarak düşünülmemektedir. Yani, coğrafi olarak Ortadoğu artık sadece bir ‘şey olarak tasvir edilmektedir. Bu tür bir ‘şeyleştirme stratejisi, Ortadoğunun kendisine yüklenen anlam dünyasıyla içini doldurup onu bir tür ‘boş gösterene dönüştürdüğü için, askeri müdahalenin her türlü tekniğinin hedef tahtasına oturtulmaktadır. Bu tür bir Ortadoğu istisnacılığı, Ortadoğuda uluslararası savaş hukukunun uygulanmasının gerekli dahi olmadığı bir dış müdahalenin yolunu açtığı gibi, müdahale edenin de sorgulanmadığı ve sorumluluğunun olmadığı, ikircikli bir durum ortaya çıkarmaktadır.
Bir İsyan Olarak Yeni Ortadoğu
Yeni Ortadoğu jeopolitiğinin ortaya çıkardığı yeni karakter, Ortadoğunun çifte dışlanma pratiklerine bir meydan okuma şeklinde kendini var ettiği için, büyük ölçüde, Batıya karşı bir isyan biçiminde şekillenmektedir. Bu durum, bir tarafta Batı-merkezli devletler topluluğu sisteminin antitezi olarak işlerken, diğer tarafta Ortadoğudaki yeni egemenlik, yeni ülke toprak ve yeni sınır anlayışlarıyla kendini gösteren, Batı karşıtı bir isyan olarak temayüz etmektedir. Diğer bir ifadeyle, Yeni Ortadoğu jeopolitiğindeki isyankâr radikalizm, Batı-merkezli neo-liberal siyasal ontoloji ile bunun ayrılmaz bir parçası olan politik öznelliğin merkezindeki evrensellikten kopmanın yaşandığı bir alana dönüşmektedir. Söz konusu kopma, büyük ölçüde Fukuyamanın ‘Tarihin Sonu tezindeki ideal düzenin merkezi kütlesini oluşturan çekim merkezi ile bu merkeze doğru ilerlemek zorunda olan tarihsel akış içindeki Batı-dışılığın yeniden kurgulanmasına imkân tanıdığı gibi, tarihin sonunda ortaya çıkan liberal bir ‘son insan tasavvuruna da karşıtlık içermektedir. Bu anlamda, Yeni Ortadoğu, sona erdiği varsayılın tarihin akışını tersine çevirmeye çalışan bir isyan ile bu isyanı şekillendiren yeni bir öznellik kurgusunu devreye sokmaktadır.
20. yüzyıl içinde gerçekleşen Batıdan kopma süreçleri (Osmanlı impartoluğunun dağılması sonrası kuruluş dönemi, kolonyalizmin sona ermesi, kültürel devrimler gibi), bu güne kadar büyük ölçüde yapısal bir durum ortaya çıkarmak yerine, bir tür süreklilik ekseninde gelişmişti. IŞİDin, Stephan Waltun ifadesiyle birçok açıdan ‘devrimci devlet karakterinin, böylesi bir kopuşun ve radikal meydan okumanın kristalize olduğu bir isyan olgusunu ortaya çıkarması açısından, çarpıcı bir örnek teşkil ettiğini söylemek mümkündür. Bizatihi evrensel olma iddasında olan değerler ile uluslararası toplumu hedefine koyan radikal şiddet yöntemini benimsemesi, IŞİDin bu isyanı şekillendirmesine de olanak sağlamaktadır. Kurduğu yok edici ‘Öteki dili, kaçınılmaz bir kurtuluş ve sonu sürekli işaret etmesi ve en önemlisi de kendi evrensellik iddasını mevcut olanın yerine dikte etmesi (tıpkı diğer devrimci devletlerde olduğu gibi) IŞİDin ayrıksı karakterini ortaya koyar. Bu anlamda da, kendi teklif ettiği dünya toplumu tasavvurunun, Batı merkezci evrenselci kozpolitanizme karşıt olması, seküler egemenlik ilkesini yerinden ederken yeni bir dinsel egemenliğin yerleşmesine önayak olur. Ortadoğu ölçeğinde aynı anda hem etnik hem de mezhepsel yeniden canlanmanın dinamiklerini radikal bir biçimde tasfiye etme imkânına yönelik poytansiyel, IŞİDin radikal dünya vizyonu ile ilgilidir.
Öte yandan IŞİD, jeopolitik mücadeleyi radikal bir düşmanlık ekseninde kurararak (bir önceki Ortadoğu Analizde buna değinmiştim), müzakereyi dışarda tutar ve böylece, Arap devrimlerini isyankâr bir güzergâha yöneltir. Bu anlamda, şiddeti bir savaş enstrümanı olarak, politikanın devamı şeklinde kurgulamak yerine, şiddeti ‘tamamen yok etmek için kullanmayı tercih etmektedir. Keyfiyete dayanan şiddet, bu nedenle IŞİDin eylem stratejisini özünü oluşturmaktadır. Ortadoğu jeopolitiğinin yeniliğini de oluşturan, büyük ölçüde bu, şiddetin keyfiliği meselesidir.
Devletler düzeyinde taraflar, müzakere masasını terketmek ve en sert mücadelenin yaşandığı krizlerde bile ‘yok edici bir söyleme ve eyleme girişmekten kaçınırlarken, IŞİDin bütün bir savaş hukuku dışına taşan eylemleri ve modern uluslararası sistem içinde kurumsallaşmış ‘dostluk ve düşmanlık paradigmalarının ötesine geçmesi, yeni olanın içini de, Batıya karşı isyan ile doldurmaktadır. Diğer bir ifadeyle, IŞİD diplomasi alanında oyun oynamayı reddeden bir aktör pozisyonunu oynayarak, kendisine yönelik şiddetin denetimsizliğine de kapı aralamaktadır. Yeni Ortadoğu kavramının dışardan temsili ve dışlama pratikleri ile içerde yaşanan dışlama ve düşmanlık pratiklerinin eş zamanlı işleyen süreçler olması, bu bakımdan son derece çarpıcıdır.
IŞİDin isyancı radikalizminin bir başka unsurunu ise, ontolojisinin ne bilindik devlet ne de birey üzerine dayanmasıdır. Bunun yerine, Hilafet ekseninde şekillenen bir ‘Ümmet tipolojisini, siyasal öznelliğin inşasının merkezinde yer alan bir egemenlik anlayışıyla harmanlamış olması, onun ayrıksılığını göstermektedir. Böylesi bir kategori, çok milletli bir öznelliğin inşasını gündeme getirdiği gibi, bireyselci partikülarizmi de ortadan kaldırmaktadır. Nitekim, IŞİD toprak üzerinde bir egemenlik iddiasında bulunurken, ne modern anlamda bir ulusa ne de etnik bir gruba işaret etmektedir. Bu nedenle IŞİD eksenindeki öznellik iddiası, Ortadoğunun yeniliğinde ne Vestfalyan ne de Vesfalya öncesi egemenlik biçimlerine benzetilebilir. Örneğin, Avrupada Hristiyan teolojisinde ‘Kilise dışında kurtuluş yoktur öğretisinden, Vestfalya düzenine geçişi sağlayan ‘devletin dışında yasal bir kişilik yoktur öğretisiyle IŞİDin ‘İslam Devletinin dışında kurtuluş yoktur öğretisi arasında biçimsel bir benzerlik olsa da, büyük bir farklılık söz konusudur. Bu farklılık, bilindik anlamıyla Vestfalyadan bu yana kurgulanan toprak-halk-egemenlik birlikteliğini de bozan bir durum ortaya çıkarmaktadır.
Ortadoğunun, ‘normal olmayanı ifade eden ve tarihin olağan akışının dışında varolan ‘modern karşıtı bir karaktere sahip olduğu sıklıkla dile getirilirken, Ortadoğu rasyonel olma vasfını içeren Batılı partikülarist düşüncesinin de uygulanamayacağı mekânsal bir kategori olarak kurgulanır.
Öte yandan IŞİD, mevcut düzende yer alan ve Ortadoğu tarihinden tevarüs edilen bütün kötülüklerin ortadan kalkmasını garanti eden ve adalete dayalı ütopyayı tesis edecek bir gelecek olan ‘kurtuluş anı olarak halifeliği tahayyül ederken, kurtuluşa erecek öznelerin de ancak bu sınırlar içinde var olmasına imkân tanır. Bu nedenle, şiddetin muhatabı olan ‘öteki, bunun dışında, bunu kabul etmeyenlerin hepsidir; şiddete muhatap olmak da sadece öncelik sıralamasındaki yerle ilgilidir. IŞİDin şiddetin açık ifşasına dayanan tekniğinin, modern devletin şiddeti organize ve gizli bir biçimde icra etmesi tutumuyla ciddi bir karşıtlık içermesi de, yeni bir duruma emsal teşkil etmektedir.
Sonuç olarak, Yeni Ortadoğunun IŞİD bağlamında ortaya çıkan isyancı radikalizminin yeni dinamikleri, bir taraftan Batı ve modern karşıtı süreç olarak kendisini var ederken, diğer taraftan da ‘Batı sonrası jeopolitik düzene ve bu düzenin kurulumunda şiddetin rolüne dair önemli ipuçları vermektedir. Coğrafya eski olsa da ‘yeni bölge tanımının tefrik edici niteliklerinin, Ortadoğu jeopolitiğini bir alt-üst oluş sürecine soktuğu doğrudur. Önemli olan, bu sürecin içindeki ‘yeniliğin kalıcı olma potansiyelinin olup olmadığıdır. Daha doğrusu asıl soru, yeniliğin imkânıdır.
Bu yazı ilk olarak Orsam'da yayımlanmıştır.