Yorumlar

İsrail’in Uygulamış Olduğu Ev Yıkma Cezasının Hukuki Boyutu

Haydar Oruç

İsrail tarafından Mescid-i Aksa külliyesinin Müslümanlar tarafından kullanılmasına yönelik kısıtlamalara başlaması nedeniyle, Kudüste yaşayan Filistinli Müslümanların Eylül 2015 ortalarında itibaren başlayan direnişleri halen devam etmektedir. Kudüste başlayan gösteriler ve küçük çaplı çatışmalar, İsrail güvenlik güçlerinin direnişi önlemek için orantısız güç kullanmaları nedeniyle genişleyerek Batı Şeria ve Gazzeye de sıçramıştır. İsrail hükümeti tarafından güvenlik güçlerine, direnişçilere karşı gerçek mermi kullanmaları emri verilmiş ve yedek kuvvetler göreve çağrılmıştır. Bu süreçte, şimdiye kadar yaklaşık 20 İsrailli ve 90 Filistinlinin hayatını kaybetmesine rağmen olaylar önlenememiştir.

Olayların başlamasından yaklaşık iki hafta sonra İsrail basınına Filistinli direnişçilerin İsrail vatandaşlarına bıçakla saldırdıkları haberleri yansımaya başlamıştır. Başta Kudüs olmak üzere İsrailin farklı şehirlerinde bıçaklı saldırıların görülmesi ve ard arda İsrail vatandaşlarının hayatını kaybetmesi üzerine kamuoyundan ve muhalefetten hükümete yönelik tepkiler gelmeye başlamıştır. Yeterli güvenlik tedbirlerini almamakla suçlanan hükümet ise, çareyi bıçaklı saldırganları caydırmak için uzun süredir kullanılmayan bir cezalandırma yöntemini yeniden devreye sokmakta bulmuştur. Bu yöntemle, suçüstü yakalanan veya saldırgan olduğundan şüphelenilen kişilere, mahkemeler tarafından işledikleri suçlara karşılık verilen adli cezalara ilave olarak ikamet ettikleri evlerin de yıkılarak, saldırganlar ile birlikte ailelerinin de cezalandırılması ve bu sayede muhtemel saldırıların önlenmesi amaçlanmaktadır.

İsrail tarafından, kendi otoritesine karşı kalkışmada bulunan Filistinlilerin evlerinin yıkılarak cezalandırılması aslında yeni bir yöntem değildir. Zira, 1967 savaşından sonra Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Doğu Kudüsü işgal ederek denetimi altına alan İsrail, bu tarihten itibaren değişik zamanlarda ve gerekçelerle Filistinlilerin evlerini yıkarak toptancı cezalandırma yöntemine başvurmuştur. Özellikle, 2000 yılında başlayan ikinci intifada esnasında yaşanan gösteriler ve şiddet olayları üzerine, İsrail hükümeti ev yıkma cezalarını yoğun olarak uygulamıştır.

İsrailde yerleşik olan insan hakları savunucu bir STK olan BTselem isimli kuruluş tarafından 1 Ocak 2011 tarihinde internet sayfasından yayınlanan konuyla ilgili raporda, 2001-2004 tarihleri arasında bu yöntem ile yaklaşık 664 evin yıkıldığı ve 4182 kişinin evsiz kaldığı belirtilmektedir. Raporun yayınlandığı tarihte yıkımlar uygulanmadığı için 2014 yılında yıkılan 4 ev ile 2015 yılında yıkılan 5 evin toplam rakama ilave edilmesi gerekmektedir. Yıkımı yapılan evlerin civarındaki evlerin de yıkım esnasında kazayla da olsa zarara uğrayarak oturulmaz hale gelmesi istisna olup raporun dışında tutulmuştur. Dolayısıyla yıkılan veya oturulamaz hale getirilen ev sayısının daha da yüksek olduğunu söylemek mümkündür.

2005 yılına gelindiğinde ise, evlerini yıkarak insanları cezalandırmanın bu insanları suç işlemekten caydırmadığı aksine daha da terörize ettiğinin anlaşılması üzerine, İsrail hükümeti tarafından bu yöntemin uygulanmasına son verilmiştir. Ancak, 2014 Temmuzunda Batı Şeriadaki El Halil kentinde üç İsrailli çocuğun Filistinliler tarafından kaçırılarak öldürüldüğünün ortaya çıkması üzerine bu hukuksuz uygulama yeniden başlamıştır.

Ev yıkma cezasının uluslararası hukukta yeri bulunmamaktadır. Aksine böyle bir cezalandırma yöntemi bütün uluslararası hukuki metinlerde yasaklanmıştır. Ancak, İsrail hükümeti bu uygulamayı kendi iç hukukundan kaynaklanan bir hak olarak görmekte ve uygulamaya devam etmektedir.

İsrail hukukuna göre, halen yürürlükte olan 1945 tarihli Acil Savunma Yönetmeliği Bölüm 119da yer alan hüküm, yerel askeri otoriteye, terör ve şiddet olaylarının yaygın hale gelmesi ve önlenmesinde zorluk çekilmesi halinde, mahkeme kararına istinaden ev yıkma yetkisini vermektedir. Yönetmeliğin ilk uygulanmaya başlandığı dönemde, mahkemelerce verilen kararlar itiraza kapalı iken, bu bölüme 1989 yılında eklenen bir fıkra ile yıkılmasına karar verilen evde ikamet eden aileye, yıkımın iptali için İsrail Yüksek Mahkemesine itiraz dilekçesi verme hakkı tanınmıştır. Bu tarihten itibaren yaklaşık 150 itiraz dilekçesi verilmiş olup, İsrail Yüksek Mahkemesi ise genellikle idarenin tezlerini destekleyen bir tavır sergileyerek yıkım kararlarını onamıştır. İtirazların ret edildiği başvurularda mahkeme, yıkım kararının önleyici olmaktan ziyade caydırıcı özelliğine vurgu yaparak karara konu olan kişilerin suç ve ceza geçmişlerinin iptal kararı verilmesine mani olduğunu belirtmiştir. Yani suçun bireyselliği ilkesini ihlal ederek, işlenen suçun karşılığına tekabül eden cezayı zanlının ailesine de sirayet edecek şekilde genişletilmesine göz yummuştur. Ancak, İsrail güvenlik güçleri tarafından İsrail Yüksek Mahkemesinin bazı iptal kararlarına rağmen gerçekleştirilen yıkımlar olduğu için, İsrail iç hukukunun yıkımları önlemekte yetersiz kaldığını söylemek mümkündür.

Olayın uluslararası hukuki boyutunu iki farklı platformda değerlendirmek mümkündür. İlki, barınmanın temel insan hakkı olması hasebiyle konuya temas eden 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olup, ikinci metin ise, ev yıkımlarının uygulandığı toprak parçalarının İsrailin işgali altında olması nedeniyle, bu gibi bölgelerde geçerli olan 1949 tarihli Harp Zamanında Sivillerin Korunmasına İlişkin Cenevre Sözleşmesidir.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin ikinci maddesine göre, vesayet altında da olsa herkes eşittir. Yedinci maddeye göre, insanlar arasında ayrımcılık yapılması yasaktır. Onuncu maddeye göre, herkesin adil yargılanma hakkı vardır. On birinci maddeye göre, aksi ispatlana kadar herkes suçsuzdur ve suçlu olduğu kanıtlansa bile verilecek ceza suçla orantılı olmalıdır. On yedinci maddeye göre, herkesin mülkiyet hakkı vardır ve bu hak istisnaidir. İnsan haklarını düzenleyen ve diğer tali metinlere ilham kaynağı olan bu temel beyannameye göre, İsrailin uygulamış olduğu ev yıkma cezası hukuksuz ve orantısızdır. Temel insan hakkı olan barınma ve ikamet hakkı yok sayılmakta, ev yıkma cezası gibi toptan cezalandırıcı bir yöntem uygulanarak suçsuz kişiler, sırf suç işleyen kişilerin akrabası oldukları için mağdur edilmektedirler.

Cenevre Sözleşmesinin otuz üçüncü maddesi, suç işleyen kişiler ile bu kişilerin mallarına misilleme yapılmasını ve işlenen suçtan ötürü kolektif ceza verilmesini yasaklamaktadır. Kırk dokuzuncu maddesi, kişi ve toplulukların cebren nakil ve tehcirlerini yasaklamaktadır. Yetmiş sekizinci maddesi ise, işgalci kuvvete mücbir sebep vuku bulması halinde; uygun mahkeme kararı alınarak kişilerin ikamet değişikliğine ve “eterne” edilmesine cevaz vermekte ancak bu kararlara karşı itiraz yolunun açık olmasını ve kararların her altı ayda bir gözden geçirilmesini şart koşmaktadır. Dolayısıyla, İsrail Yüksek Mahkemesinin yıkım kararlarına itiraz kapsamında yapılan başvurularda verdiği menfi kararlarda dayanak olarak kullandığı yetmiş sekizinci madde aslında tam olarak uygulanmamaktadır. Sadece buradaki mücbir sebebin varlığına atıf yapılmakta ancak etkili itiraz süreci ve karara yönelik olarak altı aylık gözden geçirmeler uygulanmamaktadır. Kollektif ceza yasağı ile misilleme yasağına ise hiç riayet edilmemektedir.

İsrailin kendi iç hukukundan kaynaklanan bir norm ile, şiddet eylemlerine karıştığı tespit edilen ya da şüphelenilen Filistinlilere, yargılandıkları mahkemelerce verilen adli cezalara ilave olarak idari bir yaptırım niteliğinde olan ev yıkma cezasının uygulanmasının uluslararası hukukta karşılığı bulunmamaktadır. Şiddet eylemine karışan herhangi bir İsrail vatandaşına uygulanmayan bu hükmün, sadece Müslüman Filistinliler söz konusu olduğunda işletilmesi tek taraflı, eşitlik ilkesine aykırı ve toptancı bir cezalandırma yöntemidir. Suç işleyen bir kimsenin ailesindeki diğer fertlerin de suçlu olduğu ya da ileride suç işleyebilecekleri manasına gelemeyeceği için, bu cezai hükümden etkilenmeleri nedeniyle mağdur olmaları kaçınılmazdır. Herhangi bir suç işlemeden cezalandırılmak hiçbir koşulda söz konusu olamayacağından bahse konu cezalandırma yönteminin meşruiyeti bulunmamaktadır.

İsrail yetkililerinin caydırıcılık sağladığı gerekçesiyle başvurdukları bu yöntem, daha önce de denenmiş ancak beklenen sonucu sağlamadığı gibi kişi ve kitleleri daha da provoke ettiği görüldüğü halde, bu yöntemi sürdürmek rasyonel bir tutum da değildir. İsrailin bölgenin tek demokratik ülkesi olma iddiasıyla çelişen bu gibi uygulamalar, İsrailin insan hakları karnesini daha da kötüleştirmektedir. Bu cezalandırma yönteminde ısrar edilmesi, İsrail ile Filistin Yönetimi arasında kesintilerle de olsa yürütülen barış görüşmelerini geri dönülemez mecralara sürüklemekte ve tarafların barıştan sonra birlikte yaşama imkanlarını ortadan kaldırmaktadır.

Sonuç olarak, İsrail makamlarının; suç işleyen herkese Yahudi ya da Müslüman olmasına bakmaksızın eşit şekilde davranması, adil yargılanma hakkına riayet edilerek, işlenen suçla orantılı cezaların verilmesini sağlaması ve etkili itiraz mekanizmasının işletilerek suça karışmamış kişilerin mağdur olmasını önleyecek tedbirleri alması gerekmektedir.