Yorumlar
Dünya Filistin'den Yana Ama...
ABD'nin artık İsrail-Filistin barış sürecinin arabulucuğunu sürdürme imkânı kalmadığından, bu süreç yeniden BM himayesine alınmalı ve uluslararası toplumun gözetiminde sürdürülmelidir. Bu süreçte en önemli görev de şimdiye kadar görece sessiz kalmış olan İslam dünyasına düşmektedir.
İsrail-Filistin sorununun ortaya çıkışından günümüze muhtelif zamanlarda ve çeşitli aktörlerin arabuluculuğuyla nihai çözüme yönelik adımlar atılmıştır. Bu konuda İsrail üzerindeki etkisi ve ona sunduğu uluslararası koruma lütfunun bir sonucu olarak Amerika Birleşik Devletleri'nin hep istisnai bir rolü olmuştur. Bu rolün gereği olsa gerek Amerika'daki cüz'i ama etkili Yahudi lobisinin, başkanları daha seçilmeden etkilemeye çalıştığı ve seçim sonrasında da vaatlerini gerçekleştirmeye zorladığı hepimizin malumudur. Trump'ın 2016 ABD başkanlık seçimleri kampanyasındaki İsrail'e ve Yahudilere yönelik popülist vaatleri ile ne olursa olsun İsrail-Filistin sorununu bir şekilde çözeceğini söylemesini de bu doğrultuda okumak mümkündür. Hattı zatında, Trump'ın 20 Ocak 2017'de koltuğa oturmasından itibaren bölgeye yönelik uyguladığı politikalar ve bölgede yaşanan gelişmeler, bu sürecin iki tarafı da tatmin edecek bir anlaşmayla sonuçlanmayacağına dair beklentileri haklı çıkartmıştır.
Aslında bir çoğumuzun içimizden "İnşallah gerçekleşmez" diye umduğu ama için için bunun kaçınılmaz olduğunu bildiğimiz Trump'ın ABD elçiliğinin Kudüs'e taşınması kararı, maalesef 6 Aralık 2017 itibariyle Trump Şov'da canlı yayında dünyaya ilan edildi. Trump'ın kameraların karşısına geçip "Zaten yıllardır Kudüs İsrail'in başkentidir. Ben de şimdi ABD başkanı olarak bu durumu resmi olarak tanıyor ve ABD büyükelçiliğin Tel Aviv'den Kudüs'e taşınması için emir veriyorum" demesi ve bu beyanını da yakında açıklayacağı barış planı-nın bir parçası olarak sunması en hafif tabirle bizlerin aklıyla dalga geçmesi olarak yorumlanabilir. Devamında "Bölgenin en büyük de-mokrasisi İsrail'in, Kudüs'te bulunan her üç semavi dine ait kutsal mekânlara erişim imkânı ve ibadet özgürlüğü verdiğini" söylemesi de Trump'ın bölgedeki gerçeklikten ne kadar uzak olduğunun göstergesidir.
Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanırken Doğu-Batı ayrımı yapmaması, bir sınır belirtmemesi de ayrıca düşündürücüdür. Bağımsız ve egemen İsrail devletinin kendi başkentini belirleme özgürlüğünden dem vuran Trump'a, aynı özgürlüğün Filistinliler için de geçerli oldu-ğunu hatırlatmakta fayda vardır. Zira sınırları belirlenmemiş olarak İsrail'in başkenti olduğu tanınan Kudüs'ün ne kadarının ileride kurula-cak Filistin devletine başkentlik yapacağı da muammadır. Kudüs'ün statüsü meselesinin İsrail-Filistin sorununun en önemli maddesi olduğunu bildiğini ifade eden Trump'ı, henüz bu sorunun çözümüne yönelik somut bir plan veya yol haritası açıklamadan doğrudan bu kararı almasının arkasındaki faktörlere yakından bakmak faydalı olacaktır.
Musevi ekibin tarafsızlığı(!)
Trump'ın Ortadoğu ve İsrail'e yönelik politikalarını belirleyenlerin dar bir ekipten oluştuğu bilinmektedir. Başkanın Ortadoğu danışmanı ve aynı zamanda damadı olan Jared Kushner, başkanın özel temsilcisi ve uluslararası müzakerecisi Jason Greenblatt ve Trump tarafından ABD'nin İsrail büyükelçisi olarak atandığında İsrailli politikacıların bile mucize olarak değerlendirdikleri David Friedman'dan müteşekkil gayet tarafsız (!) bir ekipten bahsediyoruz. Bu ekiptekilerin ortak yanı, hepsinin hukukçu olmasının yanı sıra Musevi olmaları ve İsrail-Filistin sorununda İsrail'in tezlerini destekleyen açıklamalarda bulunmalarıdır. İşte bu ekip ABD başkanı tarafından İsrail-Filistin sorununu çözmek için görevlendirilmiştir. Bunlardan her iki taraf için de adil olacak bir barış planı beklemek hayalcilikten başka bir şey değildir. Kampanya döneminde Yahudi yerleşimcilerin barışa engel olmadığını, büyükelçiliğin Kudüs'e taşınması gerektiğini, iki devletli bir çözüm için ısrarcı olunmayacağını, sınırlar konusunun iki taraf arasında halledilmesi gerektiğini söyleyen beyin takımının göreve başladıktan sonra bu vaatleri yerine getirmesi aslında çok şaşırtıcı olmasa gerek. Ortadoğu'ya atılan DEAŞ ateşinin sönmeye yüz tuttuğu bir dö-nemde, Gazze'ye yönelik abluka sonucu yaşamın sürdürülemez hale gelmesi nedeniyle Hamas'ın açıkladığı yeni siyaset belgesinde tutumunu yumuşatması üzerine el Fetih ile bir araya gelerek ortak uzlaşı hükümeti kurulmasının bölgedeki kaosu azaltması ve muhtemel bir barışa kapı aralaması beklenirken gelen bu tanıma açıklaması, korlaşmaya başlayan ateşe benzin dökmekten farksızdır.
Trump'ın göreve geldiğinden beri dilinden düşürmediği barış planına dair herhangi bir ipucu verilmezken, başta İsrail Başbakanı Netanyahu olmak üzere iktidar veya muhalefetten pek çok İsrailli siyasetçi ve milletvekilinin barış için sürekli yeni şartlar koşması ve ABD'nin bahse konu müzakere ekibinin yaptığı açıklamalarda barış için İsrail'in tezlerinin ve taleplerinin kabul edilmesi gerektiğini söylemesi aslında nasıl bir barış planı hazırlandığına dair fikir vermektedir. Hatta Filistinlilerle iki devletli bir çözümden yana olduğu bilinen İşçi Parti-si'nin yeni genel başkanı Avi Gabbayda selefi Isaac Herzog'un aksine sırf birkaç oy daha fazla alabilmek pahasına geleneksel barışçı politikaların aksine tutum sergileyerek Netanyahu'nun kullandığı dile öykünmeye başlamıştır. Keza Hamas-Fetih uzlaşısını dahi kabul etmeyen Netanyahu'ya göre olası bir barış için Hamas'ın tamamen silahsızlandırılması, İsrail'in varlığını şartsız kabul etmesi, İran ile bütün ilişkilerini kesmesi gerekmektedir. Daha da ileri giden Netanyahu, Yahudi yerleşimcilerin barış için engel olmadığını hatta Batı Şeria'da İsrail egemenliğinin kabul edilmesinin gerekliliğini de ileri sürmektedir. İsrail yönetiminin yıl içerisindeki uygulamaya koyduğu ezan yasağı ve Mescid-i Aksa'ya yönelik kısıtlamaları ile Batı Şeria ve Doğu Kudüs'teki Filistinlilerin özel mülklerinin üzerinde kurulması öngörülen yeni yerleşim yerleri kararları aslında İsrail tarafının söz konusu barışa yaklaşımını ortaya koymaktadır.
Buna mukabil Filistin Yönetimi'nin İnterpol'e üye olarak kabul edilmesi, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi'nden İsrail aleyhine çıkan kararlar, UNESCO'nun almış olduğu Kudüs'teki Mescid-i Aksa ve kutsal yerlerde Yahudi bağlantısı olmadığına dair kararlar ile henüz bir yılı dolmamış olan BM Güvenlik Konseyinin 2334 sayılı kararı, İsrail'i bu meseleyi uluslararası toplum yerine sadece ABD ile çözmek gibi yanlış bir istikamete yönlendirmiştir. Burada göz ardı edilmemesi gereken en önemli husus Trump'ın aleyhindeki soruştur-malar nedeniyle akıbetinin belli olmamasıdır. Dolayısıyla Obama dönemindeki ABD politikaları nedeniyle köşeye sıkışan Netanyahu'nun, ABD ziyaretinde Beyaz Saray'a kabul edilmediğini ve medyaya sızan ses kayıtlarında Obama'nın kendisine yönelik olumsuz ifadelerini unutmamasını tavsiye etmek ve ABD'yi sadece Trump'tan müteşekkil sayarak bu kanal üzerinden yürümesinin sakıncalarını hatırlatmakta fayda vardır.
Tabii ki ABD'nin önereceği çözümden kastın, her iki tarafın da asgari isteklerini karşılayacak eşitlikçi ve adil bir çözüm olmadığı muhak-kaktır. Dolayısıyla ABD başkanı Trump'ın göreve geldiği tarihten itibaren ilk defa kerhen de olsa iki devletli bir barıştan bahsetmesine fazla bir anlam yüklemenin de gereği yoktur.
Trump'ın büyükelçilik kararını açıklamasının beklendiği bir haftalık süreçte, gerek kendi kabinesinin ve ABD'deki muhtelif dini, siyasi grupların gerekse de Ortadoğu ülkelerinin içerisinde olduğu tüm dünya liderlerinin bu kararın yanlış olacağına dair ikazları ve bu konuda dünyanın aynı çizgide buluşması en yapıcı gelişme olmuştur. Özellikle ABD dışişleri ve savunma bakanlarının bu konudaki rezervleri manidardır. Fakat görünen o ki Trump'ı sadece Haziran 2017'deki erteleme kararına ikna edebilmişlerdir. Trump başkan olmanın kendisine sağladığı kudretle Paris İklim Zirvesi'nden çekilmek ve İran Nükleer Anlaşmasını sertifiye etmemek gibi kişisel kararlarına bir yeni-sini daha ekleyerek yukarıda bahsettiğimiz ekibinin kotardığı bir karara imza atmıştır. Yine de hem AB ülkelerinin hem de Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi bölgedeki ABD ile müttefiklik ilişkisi olan ve son dönemlerde İsrail ile yakın ilişkiler kuran ülkelerin kararı eleştirmeleri ve sonuçlarının vahim olacağına yönelik ikazları meselenin daha az hasarla çözümlenmesi için umut ışığı mahiyetindedir. Özellikle İslam İşbirliği Teşkilatı'nın dönem başkanı olması hasebiyle kararı şiddetle eleştiren ve gerekirse İsrail ile ilişkilerin kesilmesinin değerlendirebileceğini açıklayan Türkiye, Filistinliler için teselli kaynağı olmuştur. Trump'ın açıklamasının son cümlesinde muhtemel karşı çıkışlara atfen bölge liderlerine seslenmesi ve onları barışa katkı vermeye çağırması da güç sarhoşluğunun tezahürü olarak oku-nabilir. Buna mukabil Trump'ın aba altından sopa göstermek olarak yorumlanabilecek bu sözlerinin beklenen etkiyi yaratmadığı kendisine verilen cevaplardan anlaşılmaktadır.
Trump'ın açıklamasının ardından Filistin Yönetimi Devlet Başkanı Mahmud Abbas'ın artık ABD'nin barış sürecinde taraf olduğu ve bu süreçten çekilmesi gerektiğine dair açıklaması durumun özeti olarak okunabilir. Zira İsrail tarafında pozisyon alan ABD'nin durumu ihsas-i rey konumundadır. Bu şartlar altında ABD'nin İsrail-Filistin barış sürecinin arabuluculuğunu sürdürme imkânı kalmadığından, bu süreç yeniden BM himayesine alınmalı ve uluslararası toplumun gözetiminde sürdürülmelidir. Bu süreçte en önemli görev de şimdiye kadar görece sessiz kalmış olan İslam dünyasına düşmektedir. İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Ligi'nin yapacağı toplantılarda Kudüs'ün İsrail'in başkenti olarak kabul edilmesi aleyhine alacağı kararlar ve bu kararların topyekûn uygulanması bir başlangıç olacaktır.
Zira görülmüştür ki, kutsallara ve değerlere yapılan müdahalelere; din, mezhep ve etnisite farklılıkları ile koltuk ve çıkar kaygıları gibi sebeplerle sessiz kalındıkça zalimin zulmü ve cüreti artmaktadır. Bu meyanda Filistin Yönetimi'nin ilan ettiği üç günlük öfke eylemleri şiddete başvurulmadığı müddetçe halkların tepkisinin gösterilmesi açısından faydalı olacaktır. Hatta Hamas tarafından yapılan üçüncü intifada çağrılarının bile "Bugün değilse ne zaman" şiarıyla ciddi olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu şartlar altında dünyadaki pozitif konjonktürden de istifade ederek Kudüs ve Filistin davasının aleyhinde olmayacak her türlü barışçıl eylem gereklidir, şarttır. Bize düşen de bütün platformlarda Filistin halkının haklı mücadelesini desteklemek ve Kudüs'ün BM kararlarıyla da güvence altına alınan mevcut statüsünü korumak için elimizden gelen gayreti göstermek olacaktır.
Bu yazı ilk defa Star AçıkGörüş'te yayınlanmıştır