Yorumlar

Türkiye Ortadoğu’nun Neresinde?

Türkiye, cumhuriyetin ilanından 2000li yıllara gelene kadar neredeyse kendi kabuğuna çekilmiş, ekonomisini güçlendirmeye ve Osmanlının mirasından ayrı olarak uluslararası camiada kendine yer açmaya çalışan, kurduğu bölgesel paktlar ve üyesi olduğu uluslararası kurumlar ile güvenliğini sağlamaya çalışan bir ülke iken ne olmuştu da kafasını kaldırıp tarihi mirasıyla yeniden ilgilenmeye başlamıştı?

Türkiyenin, 2002 sonrası iktidara gelen AKP hükümetleri ile ve özellikle  Ahmet Davutoğlunun Dışişleri Bakanlığına getirildiği 2009 yılından itibaren uygulamaya başladığı pro-aktif dış politikanın temel unsurlarından olan “komşularla sıfır sorun”  ilkesi ve yeni dünya düzeninde yer alma çabaları gereği başta doğusundaki sınır komşuları olmak üzere diğer Arap ülkeleriyle kurduğu yakın ilişkiler sebebiyle, gerek batılı müttefikleri gerekse de seküler muhalefet partileri tarafından “eksen kayması “ ve “Batıya sırt dönmekle” suçlanan Türkiye ve AKP iktidarı için Arap Devrimleri başlayana kadar geçen süre zorlu bir süreçti.

Özellikle 2010 yılında, başlıktaki bu soru çok sorulur olmuştu. “Türkiye Ortadoğunun Neresinde?” Avrupa Birliğine girmeye çalışan ve bu uğurda  oldukça mesafe kat eden bir ülke neden yönünü sorunlar yumağı haline gelmiş Doğuya dönmüştü? Zaten Batılı güçler bu bölgenin sorunlarıyla yeterince  ilgilenmekteydi ve çözmelerine ramak kalmıştı. Bu yüzden yeni bir aktörün bölgeye dahil olmasına gerek yoktu. Bu durum ancak Türkiyenin ekseninin Doğuya kayması olarak açıklanabilirdi... Bu suçlamalara karşı en üst seviyede yapılan açıklamalara rağmen, ne eksen kaymasının ne de herhangi bir sırt dönmenin söz konusu olmadığı bir türlü anlatılamıyordu. Aslına bakarsanız anlatılsa da muhataplarının bunu dinlemeye niyeti yoktu.

Türkiyenin Filistin/İsrail sorununda aktif rol alarak arabuluculuğa soyunması, Başbakan Recep Tayyip Erdoğanın Ortadoğu halkları nezdinde saygınlık kazanması ve her gittiği yerde sevgi gösterileriyle karşılanması, ABDnin teklifiyle BM Güvenlik Konseyinde İran aleyhine hazırlanan yaptırım kararına Brezilya ile birlikte hayır oyu verilmesi, başbakanın başta BM Genel Kurulu olmak üzere gittiği her yerde ve katıldığı her toplantıda BM sisteminin artık iflas ettiğini ve BM Güvenlik Konseyinin sorunların çözümünde yapıcı olmadığı,  dünyanın beş daimi üyeden daha büyük olduğu gibi söylemler halklar nezdinde karşılık bulmuş ve şimdiye kadar hiç olmadığı kadar insanlar statükoyu sorgulamaya başlamıştı.

Arap Baharı, işte böyle bir atmosferde başladı. Başta bölge halklarının özgürlük ve demokrasi taleplerinin bir tezahürü gibi gözüken ve diktatörlerin bir bir devrildiği süreç iken her nasılsa mahiyetini kaybedip aslında halkların istedikleri değil de onlar için daha uygun olduğu iddia edilen yönetimlerin başa gelmesine evrilen bir sürece dönüştü.

Bu süreçte, pek çok ülke gibi Türkiye de gelgitler yaşadı. Başlangıçta mevcut yönetimlere mi yoksa bu baskıcı yönetimlere bayrak açan muhalif kesimlere mi destek verileceği konusunda tereddüt yaşandı. Libya örneğinde olduğu gibi, yoğun ticari ilişkilerin bulunduğu Kaddafi yönetimi ile hemen köprüler atılmadı. Özellikle bu ülkede yaşayan yaklaşık 25.000 Türk vatandaşının bulunması muhaliflerden yana tavır alınmasını zora soktu. Ancak vatandaşlarımız yurda döndükten sonra o ana kadar iki tarafla da ilişki kuran Türkiye, Kaddafiye karşı oluşturulan koalisyonda yerini aldı.

Devrimler sonrası oluşacak yönetimlerde söz sahibi olmak hususunda arka planda kalmamak düşüncesi ile Suriyede başlayan halk hareketleri sonrası rejim tarafından sivil halka uygulanan şiddet ve zulüm karşısında insan hakları odaklı bir prensip ortaya konularak, bu şartlar altında Esad yönetiminin meşrutiyetini kaybettiği ve artık muhaliflerin destekleneceği deklare edilerek Esad yönetimi ile köprüler atılmış ve herkesten önce pozisyon alınmıştır.

Takip eden süreçte, Mısırda da halk hareketlerine destek verilmiş ve Hüsnü Mubarek sonrası yapılan seçimlerde iktidara gelen Müslüman Kardeşler ve Cumhurbaşkanı Mursi ile çok yakın ilişkiler tesis edilmiştir. Özellikle Filistin/İsrail sorununda, Türkiye, Mısır ve Katar üçlüsünün insiyatif alma çabaları, sorunun Filistin halkı lehine çözüme kavuşturulması için gösterilen gayretler ve bu kalkışmaların İsrail ve dolayısıyla ABDyi rahatsız etmesi sonucu Mısırdaki hassas dengeler bozulmuş, halkın oylarıyla iktidara gelen Mursi, sözde halkın talebiyle 3 Temmuz 2013 tarihinde genel kurmay başkanı Abdülfettah El-Sisi tarafından yapılan askeri darbeyle iktidardan uzaklaştırılmıştır.

Mısırda yaşanan askeri darbeye Türkiye çok sert tepki vermiş ve oluşturulan yeni yönetimi gayri meşru ilan etmiştir. ABD ve İsrailin siyasi, Suudi Arabistan ve BAEnin finansal desteği ile yapılan darbe sonucunda Türkiye aslında hepsi müttefik ve yakın ilişkileri olan ABD, İngiltere, Suudi Arabistan gibi ülkelerle ters düşmüştür. Türkiyenin aleni karşı tavrı karşısında, gerek ABD gerekse de AB cephesinden yeniden resmi veya gayri resmi eleştiriler gelmeye başladı. İsrail ile diplomatik ilişkiler asgari seviyede olduğundan direkt bir eleştiri gelmese de özellikle ABDde etkili Yahudi lobileri tarafından Türkiyenin bu karşı tavrının radikal İslama destek anlamına geldiği ve bunun da Türkiyenin taahhütlerine aykırı olduğu dile getirilmeye başlandı.

Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğanın, değişen ekolojik denge ve iklim problemlerini görüşmek üzere 23-24 Eylül 2014 tarihlerinde New Yorkta toplanan BM zirvesinin kapanışındaki resepsiyona Mısır Cumhurbaşkanı sıfatıyla Sisinin de katılacağını öğrenmesi üzerine kendisinin bu resepsiyona katılımının Sisiyi ve askeri darbeyi tasvip etmek anlamına geleceğini düşünerek resepsiyona katılmamayı tercih ettiğini söylemesi AB mercilerince şiddetle eleştirilerek Türkiyenin bu konuda siyasi nezaket sınırlarını aştığı dile getirilmiştir.

Türkiyenin alışılageldiği gibi Ortadoğuya karşı ilgisiz kalmaması ve yaşanan sorunların çözümünde kendini yerel bir aktör olarak tanımlayıp taraflar arasında arabuluculuk yapması ve hatta bölge dışındaki aktörlerin özellikle askeri müdahalelerinin sorunları körüklediği gerekçesiyle çözüme katkı sağlamayacağı iddiasında bulunması Batılı ülkeleri rahatsız etmektedir. Birinci Dünya Savaşı ile bölgeden irtibatı kesilmiş olan Türklerin yeniden sahne almaya çalışmasını kendi çıkarlarına yönelik bir tehdit olarak algılamaktadırlar. Oysa ki hem tarihsel bağları hem de günümüzdeki yakın ilişkileri nedeniyle bölge ülkelerinin yegane partneri durumunda olan Türkiye için Ortadoğu coğrafyasındaki gelişmelerle ilgilenmek hayati bir öneme haizdir. Sadece ekonomik çıkarlar bağlamında değil bölgenin güvenliği, dolayısıyla kendi ülkesinin güvenliğini için çoğu komşusu olan Ortadoğu ülkeleriyle yakın ilişkiler kurmak Türkiye için mutlak bir ihtiyaçtır.

Bazı odaklar tarafından coğrafi olarak bile Ortadoğu ile ilişkilendirilemeyen Türkiye, hem coğrafi olarak hem de jeopolitik olarak Ortadoğunun merkez ülkesidir. Yüz elli yıl öncesinde İran haricinde neredeyse tamamı Osmanlı toprağı olan bölge ülkeleriyle geliştirilen ilişkileri neo-Osmanlıcılık olarak tanımlamak yanlıştır. Özellikle de bu ithamların 50-60 yıl öncesine kadar bölge ülkeleri üzerinde sömürgeci otoritelerin sahibi olan Avrupalı devletler tarafından yapılması manidardır.

Türkiyenin mevcut Ortadoğu politikaları şimdiye kadar yapılan hatalarda diretmeden ve bunlardan ders çıkarılarak, hem kendisi hem de bölge ülkelerinin menfaatlerine yönelik somut ekonomik, sosyal ve kültürel politikalarla devam etmelidir. Uygulamış olduğu Ortadoğu politikasının diğer antlaşmalara ve taahhütlerine zeval getirmeyeceği ve endişelerin yersiz olduğu batılı partnerlerine izah edilmelidir. Bire bir devletlerarası münasebetlerde ve uluslararası kurumlarda yapılacak lobi faaliyetleri ile takip edilen politikalara meşrutiyet kazandırılmaya çalışılmalı ve sorunlarını halletmiş, barış ve güvenlik içerisinde bir Ortadoğunun sadece Türkiyeye değil tüm dünyaya yarar sağlayacağı anlatılmalıdır.