Yorumlar

İdlib Katliamı ve Uluslararası Toplumun 'Koruma Sorumluluğu'

Esed'e bağlı unsurların 4 Nisan 2017'de İdlib'in güneyindeki Han Şeyhun bölgesinde toksik maddeler içeren silah kullanımı neticesinde ortaya çıkan dehşet görüntüleri, bir kez daha kimyasal ve biyolojik silahları dünya gündemine getirdi.

Beşşar Esed'e bağlı Suriye askeri unsurlarının 4 Nisan 2017 tarihinde İdlib'in güneyindeki Han Şeyhun bölgesinde toksik maddeler içeren silah kullanımı neticesinde ortaya çıkan dehşet görüntüleri, bir kez daha kimyasal ve biyolojik silahları dünya gündemine getirdi.

Saldırıdan etkilenenlerin bir kısmı, tedavi amacıyla Türkiye'ye getirildi. 27'si çocuk, 86 kişinin hayatını kaybettiği ve yine çok sayıda sivilin etkilendiği bu saldırı, Suriye'de devam etmekte olan iç savaştaki dahili ve harici unsurlar arasındaki dengenin seyri kadar; uluslararası aktörlerin kendi stratejik çıkarları ve politik pragmatizm peşinde ne kadar acımasız ve duyarsız olduklarını göstermesi açısından da önemli sonuçlar doğurdu. Saldırıda kullanılan kimyasal maddenin, merkezi sinir sistemine zarar veren sarin sinir gazı olduğu rapor edildi. Bu madde, 20 Mart 1995'te, Shoko Asahara tarafından kurulan 'Aum Shinrikyo/Yüce Gerçek' adlı bir örgütün Tokyo Metrosu'nda gerçekleştirdiği 12 kişinin ölümü ve 5 binin üzerinde kişinin ciddi rahatsızlık geçirmesiyle sonuçlanan bir terör saldırısıyla dünya gündeminde yer tutmuştu. Sarin gazının ilk olarak Almanlar tarafından, 1938 yılında çok güçlü tarım ilacı yaratmak amacıyla geliştirildiğini ve silah envanterine ilk defa alanlardan birisinin Hitler olduğunu da unutmamak gerekir.

29 Nisan 1997'de yürürlüğe giren Kimyasal Silah Geliştirme, Üretme, Depolama ve Kullanımının Yasaklanması ve Bunların İmhası ile İlgili Sözleşme (The Chemical Weapons Convention-CWC/KSS), sarin gazını da içermektedir. Türkiye'nin 14 Ocak 1993'te imzalayıp, 12 Mayıs 1997'de kabul ettiği Sözleşme'nin uygulaması, merkezi Hollanda'nın Lahey kentinde bulunan Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü - KSYÖ (The Organisation For Prohibition of Chemical Weapons-OPCW)'nün denetimi altındadır. OPCW; örneğin Libya'nın, Ocak 2014 itibarıyla Kategori-1'de yer alan kimyasal silah stokunun tümünü imha ettiğini tasdiklemiş, geriye kalan kimyasal prekürsörlerin imhasına yönelik çalışmaların da sürdüğünü açıklamıştı. Genel Direktörlüğünü Büyükelçi Ahmet Üzümcü'nün yaptığı bu Örgüt, söz konusu çalışmalarından dolayı 2013 yılında Nobel Barış Ödülü'ne layık görüldü. KSYÖ/OPCW, İdlib'deki kimyasal saldırıyı araştırmak ve deliller toplamak üzere de Türkiye'ye bir uzman heyeti göndermiştir.

Kitle imha silahları küresel barışa tehdit

Kimyasal ve biyolojik unsurlara dayanan silahlar, nükleer silahlarla birlikte, 'Kitle İmha Silahları-KİS' kategorisinde yer almakta olup; 'Adil Savaş' ilkelerine aykırı ve etik olmadığı gerekçesiyle uluslararası hukuk tarafından kullanılmaları ve üretilmeleri yasaklanmıştır. Bu silahların özelliği, kullanıldıklarında muharip ve sivil (muharip olmayan) ayrımı yapmadan konvansiyonel silahlara nazaran çok daha fazla kitlesel ölümlere ve kalıcı hastalık ya da sakatlıklara yol açabilmeleri. Uluslararası toplumun endişelerini haklı çıkartan önemli gelişme; 1980-1988 yılları arasında cereyan eden İran-Irak Savaşı esnasında, Irak'ın yoğun şekilde kimyasal silahları kullanmasıyla yaşanmıştır.

Irak'ın kitle imha silahlarını kullanmakta tereddüt göstermediğinin en somut örneği ise 1988'de Halepçe kentinde, 5 bin civarında bizzat kendi sivil Kürt vatandaşının ölümüyle sonuçlanan kimyasal silah saldırısı olmuştur. KİS'leri, devletlerin öncelikli tehdit algısı ve uluslararası mücadelede aciliyet arz eden birincil sorunlar listesine koyan bir diğer hadise ise, 11 Eylül terör saldırıları olmuş; ABD Başkanı George W. Bush'un 'şer ekseni' olarak tanımladığı İran, Irak ve Kuzey Kore ile KİS'lerin peşine düşmüş ve böylece dünya barışına tehdit yönelten ülkeler kastedilmiştir.

ABD'nin bu tutumunun, uluslararası hukuk metinlerine yansıması, BM Güvenlik Konseyi'nin 11 Eylül sonrasında ilan ettiği 1540 sayılı kararında görülmüş; bu kararla, KİS'lerin devlet-dışı aktörlerin eline geçmesi ihtimali, küresel barış ve güvenliğe ciddi bir tehdit sayılmıştır.

Esed ailesinin kirli tarihi

Esed rejiminin, sivil hedeflere yönelik kitle imha silahlarını kullanması son İdlib saldırısıyla sınırlı değildir. Keza Beşşar'ın babası Hafız Esed de takvim 2 Şubat 1982 gününü gösterdiğinde, tarihe Hama Katliâmı olarak geçen bir insanlık vahşetinin altına imzasını atmıştı. Baba Esed, Hama kentinde Müslüman Kardeşler'i bastırmak maksadıyla gerçekleştirdiği saldırıda şehri yok etmesine rağmen, sivillerin üzerinde zehirli gaz kullanmaktan imtina etmemişti. Tıpkı babası gibi oğul Esed de, Suriye'de şahit olunan insanlık trajedilerinin yaşanmasında başrol oynamış; sırf 2011 senesinde başlayan ayaklanmayı bastırmak üzere iki kez söz konusu zehirli gazı kullanmıştır. Ne var ki İdlib'de vuku bulan sonuncu saldırı, bölgesel ve uluslararası aktörlerin bu sefer daha farklı davranmasına neden olmuştur.

İdlib saldırısı sonrasında bölgedeki çatışmada taraf olan aktörlerin, konumlarına göre farklı tavır ve söylemlerde bulundukları gözlemlenmiştir. Örneğin, Esed rejimine destek veren Rusya, Suriye Hava Kuvvetleri'nin muhalif grupların Han Şeyhun'un doğusunda kimyasal silah ürettiği bir depoyu vurduğunu ve bu nedenle kimyasal silah sızıntısının meydana geldiğini ileri sürmüştür. Bu, aslında saldırıyı kendilerinin yaptığını reddeden Suriye hükümetinin ileri sürdüğü bir tezdi. Öyle ki Rusya; ABD, İngiltere ve Fransa tarafından hazırlanan, İdlib'in Han Şeyhun beldesindeki kimyasal silah saldırısını kınayarak saldırının soruşturulmasını talep eden BM Güvenlik Konseyi karar tasarısını veto etti. Söz konusu tasarıda, İdlib saldırısının faillerinin bulunması ve eylemin OPCW-BM Ortak Soruşturma Mekanizması (Joint Investigative Mechanism-JIM) tarafından yerinde soruşturulması öngörülüyordu.

Ancak ABD, daha da ileriye giderek BM Daimi Temsilcisi vasıtasıyla BM Güvenlik Konsey'indeki oturumda Rusya'yı da bu saldırının bilgisine sahip olduğu gerekçesiyle sorumlu tuttu. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ise, İdlib'deki katliâmın sorumlusunun Suriye rejimi olduğunu ifade etti. Bu konuda Türkiye'nin tavrı ise, net bir şekilde saldırıyı 'Esed rejimi tarafından gerçekleştirilen bir katliâm' olarak tanımlamak şeklindeydi.

Uluslararası aktörlerin güç gösterisi

ABD ise kimyasal silahları hedefe gönderen Suriye uçaklarının havalandığı Şayrat Üssü'nü, ağır tahribata yol açan seyir füzeleriyle vurarak daha önce göstermediği sertlikte tavrını ortaya koydu. Burası, aynı zamanda Rusların da kullandığı bir askeri üs olma özelliğine sahip. Dahası Rusya'nın Suriye'de konuşlanmış askeri unsurları açısından taktik ve stratejik bir önemi haiz. Dolayısıyla İdlib saldırısı, bir anlamda Ortadoğu'da Suriye özelinde uluslararası aktörlerin hesaplaşmasını ve güç gösterisini bu sefer farklı bir biçimde ortaya koymuş oldu.

İdlib saldırısıyla birlikte, Suriye'deki Esed rejiminin elinde kimyasal silahlar bulunduğu, ihtiyaç hissettiğinde bunları kullanmakta tereddüt etmeyeceği alenen ortaya çıktı. Hâlbuki Suriye rejiminin 2013 yılındaki Doğu Guta'da sivillere yönelik gerçekleştirdiği saldırıyı müteakip Rusya; rejimin elindeki KİS'leri denetimli bir şekilde alacağının sözünü vermiş, hatta Esed rejimi mevzubahis uluslararası sözleşmeyi imzalamıştı. Uluslararası kamuoyunda bazı merkezler tarafından ileri sürüldüğü gibi, en azından bölgesel çıkarları nedeniyle askeri ve siyasi anlamda rejime destek veren ülkelerin etki ve kontrolünde olan bazı askeri unsurların bu cihette olduğu kanıtlanmış oldu. Zaten 2011'de KİS teknolojisinin edinimi hakkında ABD Kongresi'ne iletilen bir istihbarat raporunda; Suriye'nin çok uzun yıllardan beri kimyasal silah programının bulunduğu ve stoklanan bu maddelerin topçu roketleri, hava bombaları ve balistik füzeler tarafından dağıtımının mümkün olduğu belirtilmişti. Bu doğrultuda ABD hükümeti, Suriye'nin yüzlerce ton hardal gazı, sarin ve VX de dahil olmak üzere, çeşitli kimyasal gaz stoklarına ve bu kimyasalların savaş silahlarına dönüştürülmesi için kullanılabilen binlerce atım vasıtalarına sahip olduğunu birçok defa dile getirmiştir.

2012 Temmuz'unda Suriye hükümeti de, kimyasal stok varlığını ilk defa resmi olarak kabul etmiş; lakin bu tür silahların, salt dış askeri müdahale esnasında kullanılabileceğini vurgulamıştır. Buna mukabil ABD, Esed rejiminin; cephaneliğindeki konvansiyonel silah sistemlerinin hemen hemen tümünü devreye sokmasına rağmen, muhalif unsurları ele geçirdikleri bölgelerden temizlemekte başarısız kaldığını ve bu bölgelerde en azından askeri üstünlük sağlamak amacıyla kimyasal silahlara başvurduğunu açıklamıştır. Öyle ki, Suriye'nin birden çok defa muhalif unsurlara karşı küçük ölçeklerde kimyasal silahlar kullandığını öne sürmüştür.

Uluslararası sorumluluk

30 Ağustos 2013'te Beyaz Saray'ın; insan istihbaratı, teknik istihbarat ve jeo-uzamsal istihbarata ilaveten ciddi miktardaki tıbbi rapor ve açık kaynaklarla dellilendirdiği açıklamasında ise, Suriye'nin 21 Ağustos 2013 günü Şam'ın banliyölerine roket ve füzelerle kimyasal silah saldırısında bulunduğu duyurulmuştur. Sinir gazının kullanıldığı bu saldırı sonucunda, 426'sı çocuk olmak üzere, toplamda bin 429 kişinin yaşamını yitirdiği kaydedilmiştir. Diğer taraftan Beyaz Saray'ın 30 Ağustos beyanatını müteakip; Eylül 2013'e kadar, CWC'yi hem imzalamayan hem de onaylamayan beş ülke arasında yer alan Suriye hükümeti, uluslararası toplumun uyguladığı yoğun baskıdan ve bunun da ötesinde ABD'nin muhtemel askeri müdahalesinden çekinerek, CWC'nin kabul edilmesini sağlayacak bir Başkanlık Kararnamesi çıkartmak zorunda kalmıştır.

Öyle ki Suriye, 14 Eylül 2013 tarihinde CWC/KSS'ni onaylaması/onaylamak zorunda kalmasıyla bu Sözleşme'ye taraf devlet sayısı da 190'a çıkmıştır. Mevzubahis Sözleşme, 14 Ekim 2013 tarihi itibarıyla Suriye bakımından yürürlüğe girmiştir. KSYÖ/OPCW Yürütme Konseyi, 27 Eylül 2013 tarihinde Suriye'nin kimyasal silah stokları, üretim tesisleri ve diğer kapasitelerinin öncelikle kendi uzmanları tarafından yerinde doğrulanması, bilahare imha edilmelerine yönelik sürecin başlatılması yönünde karar almıştır. Bu çerçevede, Suriye'de bulunan kimyasal silahların imhasına ilişkin BM Güvenlik Konseyi'nin 27 Eylül 2013 tarihinde aldığı 2118 sayılı kararla birlikte, 2001 yılında imzalanan ve yürürlüğe giren KSYÖ-BM İşbirliği Antlaşması çerçevesinde Suriye'nin kimyasal silahlarının imhasına ilişkin çalışmalarını BM ile işbirliği içerisinde sürdürmektedir. Anlaşılan o ki, söz konusu çalışmaların daha da yoğunlaştırılması gerekmektedir.

Kimyasal saldırı krizin seyrini değiştirdi

Esed rejiminin büyük çapta kimyasal silahlar kullanması; ABD ve Rusya'nın, Suriye meselesinde diplomatik bir anlaşmaya varma olasılığını ortadan kaldırdığı gibi, ABD'nin askeri müdahale ihtimalini de arttırmış görünmektedir. Öyle ki Başkan Trump'ın, 12 Nisan'da Suriye'de altı yıldır devam eden 'iç savaşı artık bitirmenin, teröristleri yenmenin ve mültecilerin evlerine dönmesini sağlamanın zamanı geldiğini ve NATO müttefiklerinin de birlikte hareket etmesi gerektiğini' vurgulaması buna işaret etmektedir.

Netice itibarıyla, Esed rejiminin sivillere yönelik kimyasal silah saldırısı düzenlemesi; özelde baş aktörler arasındaki çıkar ve hesaplaşma ilişkisi üzerinden, Suriye krizinin seyrini derinden etkileyecek bir sonuç üretmiştir. İdlib katliâmı, kimyasal silahların uluslararası politikada halen ciddi bir sorun teşkil ettiği gerçeğini en somut haliyle bir kez daha gözler önüne sermesi; bu vesileyle uluslararası örgütlerin bir norm olarak benimsediği 'koruma sorumluluğu' anlayışının, nasıl bir mekanizma üzerinden daha işlevsel kılınması gerektiği noktasında son derece belirleyici bir rol üstlenmiştir.

Bu yazı ilk defa AA'da yayınlanmıştır.