Yorumlar

Kararlılık Fırtınası Operasyonu ve Bölgesel Düzen İhtiyacı

Ortadoğu'da Arap Uyanışı sürecinden bu yana yaşanmakta olan gelişmeler, gün geçtikçe daha karmaşık bir hal almaktadır. Arap Uyanışı sürecinde sokaklara dökülen ve meydanlarda toplanarak taleplerini dile getiren Arap halkları, dünya görüşleri bakımından birbirinden farklı vizyonlara sahip olmalarına rağmen, gösteriler sırasında bir araya gelerek milli bir birliktelik oluşturabilmişlerdir. Ayrıca bu milli iradeyi, sahip olmayı arzuladıkları siyasi rejimler üzerinden ülke yönetimine de taşımayı istemişlerdir. Fakat yerleşik çıkarlara sahip bölgesel ve uluslararası/Batılı aktörler, Arap ülkelerinde gerçekleşen devrimlerin çeşitli aşamalarında dönüşüm süreçlerine müdahale ederek meydanlarda zuhur eden iradenin siyasi hayata yansımasına mümkün olduğunca mani olmuşlardır.

Böyle bir müdahale Yemen'de de gerçekleşmiş ve Uyanış sürecinin bir devrime dönüşmesi engellenmiştir. Bölgenin önemli ülkelerinden biri olan Mısır'daki devrim süreci ve 3 Temmuz 2013 darbesi bağlamında bölgesel ve uluslararası aktörlerin müdahalesi ile ortaya çıkan gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde, farklı kimliklere sahip unsurların (ister dini/mezhebi kimlikler olsun, ister etnik/milliyetçi kimlikler olsun isterse ideolojik/siyasi kimlikler olsun) bir araya gelerek tek bir millet halinde davranmalarının imkanı yok edilmiştir. Bu durumda, ülkenin yönetimini her ne pahasına olursa olsun ele geçirmeye niyetlenen kesimler için -tıpkı Arap Uyanışı'nın ilk aşamalarında İslami hareketlerin yükselişinden duyulan endişeden edildiği gibi- bölgesel rekabetten istifade ederek dış destek bulmak iyi bir çözüm gibi görünmüş ve bunu elde etmek hiç de zor olmamıştır.

İran ve Arap ülkeleri, Soğuk Savaş döneminde başlayan ve 1979 İslam Devrimi'nin ardından daha da derinleşen bir rekabet içerisinde olagelmişlerdir. Lakin George W. Bush yönetimindeki ABD'nin 11 Eylül bağlamında ortaya çıkan Ortadoğu politikasına dek bu rekabet, öyle görünmektedir ki, gerçek potansiyelini gerçekleştirememiştir. 11 Eylül sonrasında ABD'nin bölgeye yönelik müdahaleleri, İran'ın bölgedeki hareket alanını genişletmiştir. Bu süreçte ABD yönetiminden gittikçe artan bir biçimde rahatsızlık duymaya başlayan başta Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere, Arap rejimlerinin memnuniyetsizlikleri Arap Uyanışı sürecinde zirveye ulaşmıştır. Bunun nedeni ise, ister cumhuriyet ister monarşi olsun, Arap rejimlerinin çeşitli meydan okumalarla karşılaşmış olmasıdır. İki aşamada gerçekleştiğini söyleyebileceğimiz bu meydan okumaların birinci aşamasında, 11 Eylül sonrasında ABD'nin demokrasi söylemi dolayısıyla ideolojik cihetten bir meydan okuma gelmiştir. Irak'ın işgalinin ardından ortaya çıkan istikrarsızlığın neden olduğu güç boşluğuyla birlikte bu meydan okuma güvenlik tehdidine dönüşmüştür. Bu ilk aşamanın, ikincisine nispetle zayıf hissedildiğini söylemek mümkündür.

Meydan okumaların ikinci aşaması, Arap Uyanışı sürecinde ideolojik meydan okuma ile başlamış ve Batı ile gerçekleştirdiği nükleer müzakereler sırasında bölgedeki hareketliliği iyice artan İran'la birlikte yeniden güvenlik tehdidine dönüşmüştür. Tek başına Mısır'da Hüsnü Mübarek'in devrilmesi ve Yemen'de Husiler'in eylemlerine gösterilen tepkiler dahi, bu ikinci aşamanın Arap rejimleri tarafından çok daha şiddetli hissedildiğini göstermektedir.

Ortadoğuda Süreklilik ve Değişim

20. Yüzyıl Ortadoğu siyasetinde var olan bir takım süreklilikler söz konusudur ve bunlar 21. Yüzyılda da devam etmektedir. Bölge ülkeleri (değişen ittifaklarla birlikte) birbirlerini varoluşsal bir tehdit olarak görmüşlerdir. Bu süreçte değişen, ittifaklar ve söylemdeki yüzeysel farklılıklar olmuştur. Örneğin rejimlerin Arap kimliğine bakışı hiçbir zaman değişmemiştir. Nasır dönemi Mısır'ıyla Suudi Arabistan arasında Arapçılık ideolojisi üzerinden gerçekleşen rekabette değişen sadece kimi ülkelerin dış politikaları için Arapçılığın kullanışlı bir araç olma vasfını yitirmesinden ibarettir. Dolayısıyla Arap kimliğinin -ad hoc olanın ötesinde- birleştirici bir potansiyeli halen mevcut değildir. Soğuk Savaş döneminde rejimlerin kendilerinden kaynaklanan tehditler, 11 Eylül ve Arap Uyanışı bağlamlarında rejimlerin kendi halklarına ve İran'a kaymıştır. Söz konusu bu durum da, Suudi Arabistan gibi bir monarşi ile Mısır gibi bir cumhuriyeti bir araya getirebilmiştir. Dolayısıyla rekabeti sonlandıran, taraflardan en az birinin uğradığı sert ve/veya yumuşak güç unsurlarında meydana gelen erozyonun ardından mümkün olabilmiştir. Ortak tehdit algısıyla başlayıp tehdit var olduğu sürece devam edebilmiştir. Bu süreçte el-Kaide ve DAEŞ gibi radikal oluşumlar, bölge rejimleri tarafından gerçek bir tehdit unsuru olarak da görülmemiştir. Ayrıca, bölge ülkelerinin, güçlü oldukları dönemlerde bir diğerini dışlamadan ve ortak bir hedef için bir araya gelerek işbirliği yaptıkları vaki değildir.

Arap Baharı Sonrasında Türkiye ve İranın Ortadoğuya Yaklaşımları

Suriye'de Esed rejiminin halkına yönelttiği silahlı şiddet, ülkeyi gerçek bir kaosun içine sürüklemiş ve birbirinden farklı aktörlerin oyun alanı haline getirmiştir. Sürecin başında rejimin kendi kendini reforma tabi tutmasını bekleyen Türkiye, bu gerçekleşmediğinde kendisini sınırlı imkanlar içerisinde muhalifleri desteklemek durumunda hissetmiştir. Muhaliflere asıl yardım Batılı ve Arap ülkelerden gelse de, bu yardım hiçbir zaman onların galip gelmesini sağlayacak nitelikte olmamıştır. İran ise, bir yandan Lübnan'daki Hizbullah örgütü aracılığıyla diğer yandan nükleer müzakerelerde kaydedilen aşamaların ardından görünürlüğü giderek artan kendi silahlı güçleriyle Suriye'de etkinliğini giderek artırmıştır. Irak'ta da Şii Maliki hükümeti dönemlerinde artan nüfuzu, DAEŞ'le mücadele sürecinde bariz bir biçimde görünür bir hal almıştır. Böylece, Türkiye ve Arap ülkeleriyle İran'ın bölgedeki etkinlikleri arasında bir fark ortaya çıkmıştır. Şöyle ki, diğerleri etkinlik kurmak veya var olan etkinliklerini sürdürmek istedikleri ülkedeki kesimleri bir şekilde (para, silah, yardım vs.) dışarıdan desteklerken, İran bunu Hizbullah militanları ya da kendi askerleri aracılığıyla içeriden yapmıştır. Bu durum, rekabette makasın İran lehine ve diğerlerinin aleyhine açılmasına neden olmuştur. Böylece bölge ülkelerinin İran'dan duydukları rahatsızlık giderek artmıştır. İran, mevcut politikalarıyla Türkiye'yi de rahatsız etmeyi başarmış ve güç dengesinin İran lehine değişmiş olması haliyle Suudi Arabistan ve Türkiye gibi bölgesel iki gücün İran tehdidi üzerinden yakınlaşmasını beraberinde getirmiştir. Suudi Arabistan önderliğinde Arap ülkelerinin 25 Mart'ta başlattıkları "Kararlılık Fırtınası" operasyonu da böylesi bir sürecin sonunda gerçekleşmiştir. Diğer bir ifadeyle, İran faktörü, eski müttefikler olan Suudi Arabistan ve Ali Abdullah Salih ile Husileri karşı karşıya getirmiştir.

Peki ama, Türkiye böylesi bir operasyona neden destek vermiştir? Bu sorunun cevabı Dışişleri Bakanlığı'nın ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yaptıkları açıklamalarda saklıdır. Yemen'de Arap Uyanışı sürecinde toplumun tepkisinden ziyade bölge ülkelerinin mevcut Cumhurbaşkanı Hadi üzerinde uzlaşmaları neticesinde Salih koltuğunu kaybetmiştir. Bundan sonra Yemen'de siyasi süreç KİK ülkelerinin denetiminde ilerlemiş ve Türkiye de bu duruma razı olmuştu. Zira Türkiye, süreç içerisinde güç boşluğu oluşmasındansa düzen sağlayacak bir otoritenin herkes açısından tercih edilebilir olduğunu düşünmüştü. Lakin Husilerin hareketliliği, Yemen'deki herşeyi tehlikeye atan ve bölgedeki tüm tehditler için Yemen'i savunmasız düşüren bir kaos olarak yorumlanmıştır. Üstelik bu durum, DAEŞ gibi radikal örgütlerin yöntemlerine benzer bir şekilde ele geçirdiği düşmanlarını yargısız infaza tabi tutarak katleden Şii milislerin arkasında duran İran tarafından desteklenmiştir. Henüz Yemen'de kendi askerlerini bulundurmasa da Şii Husileri destekliyor olması, İran tehdidini bölge ülkeleri açısından bir kat daha artırmıştı. Öyle ki, Yemen'de İran askeri varlığını görmek, bölge ülkeleri için büyük bir başarısızlık olarak algılanabilecekti. Kararlılık Fırtınası, hem Babu'l-Mendeb gibi jeostratejik ve jeoekonomik önemi haiz bir alanın hakimiyetini İran'ın etkisindeki bir kesime kaybetmemek hem de yukarıda değindiğimiz ihtimali önlemek için oluşturulan askeri koalisyon tarafından düzenlenmiştir. Türkiye de bu operasyona hızlı bir şekilde siyasi desteğini açıklamış, lojistik ve istihbari destekte de bulunabileceğini bildirmiştir. Babu'l-Mendeb'in kimlerin denetiminde olduğu Türkiye açısından tek başına bir anlam ifade etmemektedir. Zira Türkiye, Babu'l-Mendeb'de doğrudan bir çıkar sahibi değildir ve egemen ülkenin denetiminde kalması onun için yeterlidir. İktidardaki kesimin bölge ülkerinden hangileriyle yakın ilişkiler içinde oldukları da, tek başına, Türkiye'nin o ülkeyle ilişkilerinde takınacağı tavır açısından belirleyici değildir. Burada asıl önemli olan husus, Türkiye'nin İran'a dair edindiği izlenimler ve sahip olduğu kanaatlerdir. Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın açıklamalarından da anlaşılacağı üzere Türkiye, İran'ın -İran Dışişleri Bakanı Cevat Zarif'in geçen yıl dışişleri bakanlığı döneminde Ahmet Davutoğlu'yla birlikte katıldığı Davos Zirvesi oturumlarından birinde sergilediği tavrın bir devamı niteliğinde- mezhepçi bir siyaset izlediği kanaatini edinmiştir. Dolayısıyla Husiler'in eylemleri Türkiye'de de hoşnutsuzluk doğurmuştur.

İran, Suriye ve Irak'taki mevcut otorite boşluğundan istifade etmiş ve mezhepçi bir söylemle konumunu meşrulaştırmaya çalışarak etki alanını genişletmiştir. Türkiye, İran'ın bu tavrını, gerçek bir mezhep savaşı çıkaracak bir politika olarak görmüştür. Dolayısıyla dönem dönem Batı ve Arap ülkelerini karşısına alarak iyi ilişkiler geliştirmek istediği İran'dan artık rahatsızlık duymuş ve Yemen bağlamında onun karşısında yer almıştır.

Bölgesel Düzen Arayışı

Türkiye'nin nükleer mesele gibi kritik anlarda İran'ın yanında yer almasının ve onunla, özellikle ekonomi ve ticaret alanında, iyi ilişkiler geliştirmek istemesinin nedeni bölgenin istikrarına katkıda bulunmak; dahası İran'ın bölgesel bir istikrarsızlık kaynağı haline getirilmesini önlemek olmuştur. Oysa İran, yürüttüğü siyasetle Türkiye'nin kaçındığı tehlikeyi bizzat kendisi üretir hale gelmiştir. Türkiye, sadece İran'la iyi ilişkiler geliştirerek bölgede kalıcı bir istikrarın elde edilemeyeceğinin farkında olarak, sınırlı bir operasyonla Husileri müzakere masasına çekmek isteyen Arapların yanında yer almayı tercih etmiştir. Üstelik Kral Selman'ın daveti üzerine gerçekleşen ziyaretin ardından yumuşayan Suudi Arabistan ile ilişkilerini ve Katar'la gerçekleşen askeri anlaşmayı riske edecek bir neden de görmemiştir. Ayrıca bu durum, Türkiye'ye, Soğuk Savaş bağlamında Batı kampı içinde yer almalarını gerektirmesi bakımından Arapları rahatsız eden askeri/güvenlik temelli ittifakların ötesinde bir ortaklık/işbirliği içerisinde yer alma imkanı da sunmuştur. Türkiye, ne İran'la büyük çatışmaların içine girmek isteyecek ne de Arap müttefiklerinin böyle bir maceraya atılmalarına rıza gösterecektir. Lakin ittifakın ve silahın caydırıcı gücünden istifade ederek, İran'ın, bölgenin gerçeklerini görmezden gelip mezhep farklılıklarını bir çatışma potansiyeline dönüştürmesinin ve etkinlik alanını bölge ülkelerinin aleyhine genişletmesinin nasıl sonuçlar doğurduğunu ve daha da doğurabileceğini görmesini istemiştir. Ayrıca Araplara da İran'a olan desteğinin sınırlılığını ispat etmiştir.

Sonuç

Netice itibariyle bölgede kalıcı bir düzene ihtiyaç duyulmaktadır ve bugüne kadar gerçekleşen tüm rekabetlerin de ortaya koyduğu üzere kaba gücün (hard power) böyle bir düzen sağlama imkanı bulunmamaktadır. Dolayısıyla bölge ülkelerinin, aralarındaki -kimlik de dahil- çeşitli farklılıkları birer çatışma kaynağı olmaktan çıkaracak bir değerler sistemi üzerinde uzlaşmaları gerekmektedir. Üstelik böyle bir sistemin; üyelerinin iç ve dış politika hassasiyetlerine duyarlı olması, işbirliğini kolaylaştırması ve birlik dışında hareket etmeyi riskli veya en azından daha az kazançlı hale getirmesi gerekmektedir. Birbirlerinin zaaflarından istifade etmek yerine, vaat ettiği kolektif kimlik sayesinde diğerinin zaafını kendi zaafı gibi görmesini de sağlamak durumundadır. Bölgenin gerçekleri, mezhep asabiyetinin sürdürülmesi durumunda, ne Hz. Zeynep Türbesi'nin ne de Babu'l-Mendeb'in güvenliğini sağlamanın mümkün olmadığını ortaya koymaktadır. Buraların güvenliğini sağlamak için de, Irak ve Suriye'deki istikrarsızlıkların üstesinden gelmek gerekmektedir. Bu yüzden de, en başta, bölge ülkeleri böylesi bir değerler sistemi etrafında buluşmak durumundadır. Bu olmadığı sürece çatışma alanlarının Irak, Suriye ve Yemen'den ibaret kalmayacağı; dahası tarafların hiçbirinin de düşük maliyetli bir kazanç elde edemeyeceği kesindir. Ayrıca bu ülkeler, halkların ekonomik, siyasi ve sosyal reform taleplerini de karşılamak durumundadırlar. Burada Türkiye'ye düşen vazife, Sünni ve Şii kesimler arasında var olan çatışmanın tırmanmasına mani olmak ve tarafları, ortak değerlerin oluşturulacağı bir müzakere sürecine çekebilmektir. Her iki tarafı da tanıyan ve köklü bir geçmişe sahip, aynı zamanda demokrasi tecrübesini de edinmiş bir ülke olarak Türkiye, müzakere sürecinde arabuluculuk ve hakemlik vazifesini yürütebilecek sosyal donanımlara da sahiptir.