Yorumlar

İslamofobi’yi Zirveye Tırmandıran Paris Saldırıları’nın Gölgesinde Avrupa Müslümanları

13 Kasımda meydana gelen ve DAEŞ tarafından sorumluluğu üstlenilen Paris Saldırıları Avrupa ülkelerini alarma geçirdi. Bir yandan ulusal ve kolektif güvenlik politikaları konuşulurken diğer yandan hem Avrupalı Müslümanların hem de Avrupaya sığınan ve çoğunlukla Müslüman olan mültecilerin güvenlik tehdidi oluşturup oluşturmadıkları yoğun bir şekilde tartışıldı. Avrupa toplumlarının çeşitli katmanlarında ve meclislerde halen süren bu tartışmalar Müslümanlara yönelik şüpheci yaklaşımların artacağına ve 11 Eylül 2001 tarihinden bu yana dünyanın hemen hemen her yerinde olduğu gibi bariz anlamda Avrupada da kök salmış olan İslamofobiye ivme kazandıracağına işaret etmektedir. Nitekim iltica politikalarının sertleştirilmesi noktasında İslamofobik kaygıların önemli rol oynadığı, mülteciler arasından radikal İslamcıların, teröristlerin ve hatta mülteci kılığına giren DAEŞ mensuplarının bulunabileceği dile getirilmektedir.

Avrupa meclislerinde milliyetçi ve muhafazakâr sağ partilerin sıklıkla buluştuğu ortak payda; iltica hareketini sınırlandırmak, ülkeye girmiş bulunan mültecileri de eğer sığındıkları ülkelere adaptasyon sağlayamayacakları düşünülürse sınır dışı etmek, mültecilerin ailelerine kavuşma taleplerini 2-3 yıl süren yasal bir prosedüre bağlamak ve Müslümanları sıkı bir gözetim altına almak gibi fikirlerden oluşmaktadır.

Paris Saldırılarının Avrupadaki sağ partilere desteğin artmasını beraberinde getirdiğini ve bu partiler tarafından yapılan baskıların yasama sürecinde artık eskisinden daha etkili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. İngiltere Başbakanı ve Muhafazakâr Parti lideri David Cameronun Suriye savaşına hava saldırılarıyla müdahale etme talebi buna örnek sayılabilir. Zira Cameronun ısrarcı tutumuna direnen Avam Kamarası Paris Saldırılarından 19 gün sonra (2 Aralık) ikna olarak İngiliz savaş uçaklarının Suriyeye doğru harekete geçmesini onayladı.

Hatırı sayılır karşıt protestolar gerçekleştirilse de, görünen o ki, halkın desteği belli bir düzeye ulaştıktan sonra, bunun siyasi yansımaları da gecikmiyor. Halk desteğinin artması noktasında Paris Saldırılarının kilit rol oynadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Elbette ki, bu müstakil olayın öncesinde Avrupa medyası tarafından devamlı varlığı korunan İslamofobik endişe atmosferi buna zemin sağlamıştır. Alman meclisinin Fransaya Suriye savaşında askeri destek sağlama kararının Almanların %59u tarafından kabul görmesi de yine Paris Saldırılarının meşruiyet kazandırma etkisini gözler önüne sermektedir.

13 Kasım sonrası olağan güvenlik önlemlerinin dışında dikkat çeken başka hususlar da söz konusudur. Fransada tehlike arz ettiği düşünülen üç caminin kapatılması, Almanya Başbakan Yardımcısı Sigmar Gabriel tarafından radikal olma şüphesi taşıyan özellikle “Selefi camilere” yönelik Alman devletinin daha sert uygulamalara başvurması gerektiği uyarısı ve Sosyal Demokrat Parti başkanı Thomas Oppermannın Vehhabiliğin yayılmasını engellemek için devletin denetim mekanizmalarını güçlendirmesine yönelik çağırısı bunlara örnektir.

Almanyadaki PEGIDA hareketi de kendine isnat ettiği Avrupanın İslamlaşmasına karşı Hristiyan Avrupa değerlerinin koruyuculuğu rolü için Paris Saldırılarını ileri sürerek ahlaki meşruiyet kazanma çabasındadır. Zira PEGIDA savunmalarını yabancı düşmanlığı üzerinden yapmamakta, bir iç perspektif açısından Almanyanın ve bütüncül anlamda da Avrupanın kendisini koruması gerektiğini ve bunun zorunlu bir müdafaa olduğunu vurgulamaktadır.

İslamofobik tepkilerin artık meşru görüldüğü Avrupa siyasetinde Müslümanların kamusal yaşantısına müdahalelerin bir yasal gereksinim gibi lanse edildiğine tanıklık ediyoruz. Günümüzde İslam, İslamcılık, cihat, iyi ve kötü Müslümanlar gibi kavramlar etrafında şekillenen tartışmalar artık Viyanada helal et sertifikalarının piyasadan kalkmasına kadar etki alanını genişletmiştir. DAEŞin varlığıyla birlikte cihadın ne yazık ki kutsal savaş olarak anlamlandırıldığı bu dönemde Batı medyası “cihadi terörün” yalnızca Batı toplumlarını hedef alıyormuş gibi bir izlenim vermesinin aksine daha çok Müslümanların bu cihada kurban gitmesinin satır aralıklarında kaybolması Müslümanlara yapılan büyük bir haksızlıktır.

Genellemeci ve indirgemeci bir yaklaşımla marjinalleşmeye itilen Avrupa Müslümanları için dini eğitim alanlarının kısıtlanması ne yazık ki çok talihsiz bir durumdur. Hâlbuki DAEŞe katılan savaşçıların profillerinden anlaşılan o ki; kendilerini DAEŞe çeken güç, yerleşmiş bir dindarlık değil, aksine önceki hayatlarının çoğunlukla maneviyattan yoksun olmasıdır. Daha yüksek bir amaca hizmet etmek, değerli olmak, bir gruba aidiyet, en önemlisi de bir misyon ve vizyon doğrultusunda kişisel bir görev üstlenmek bunun başlıca sebeplerindendir. Buradan çıkarılması gereken ders ise, iyi bir din eğitiminin ve değerler anlayışının terör ve radikalleşmeye meyli önemli ölçüde azaltacağıdır.

Radikalleşmenin önüne geçmek ve doğru bir cihat anlayışını ortaya koymak için din eğitiminin bir şubesi olan ahlak eğitimi vazgeçilmezdir. Nitekim İlahiyatçı Prof. Dr. Saffet Köse, Hz. Peygamberin Mekke döneminde henüz İslam ile tanışan insanların ahlak eğitimine büyük çabalar sarf ettiğini ve akabindeki Medine döneminde bu yerleşmiş ahlaki değerler üzerine birtakım uygulamaları inşa ettiğini ifade etmektedir.

Sonuç olarak, Batı toplumları Müslüman azınlıklarla olan ilişkilerini tedavi etmesi gerektiğinin farkındadır. Paris Saldırıları ve Avrupadan DAEŞe katılan 25.000 yabancı savaşçı bu zorunluluğun altını çizen çarpıcı örneklerdir. Bu bağlamda terörle mücadele konusunda Avrupa devletleri kendi Müslüman azınlıklarıyla işbirliği içinde olmalı ve Müslümanların dini eğitimlerini engelleyici adımlar atmamalıdır. Bilakis ahlaki eğitimin Müslümanlarda yerleşmesini desteklemeli, bunun hem Müslümanların hem de Avrupa ülkelerinin yararına olduğu bilincine varmalıdır. Politikanın ve medyanın İslamofobik kaygılar üzerinden gündem oluşturmaktan uzaklaşması Müslümanların Avrupaya entegrasyonunun ve barışa katkıda bulunmalarının önünü açacaktır. Keza devletlerarası ilişkilerde Avrupa ülkeleri İslamofobi prangalarından kurtulmak suretiyle Müslüman ülkelerle samimi işbirliğine girerse Suriye savaşı, mülteci krizi ve küresel terör gibi uluslararası sorumluluk gerektiren problemlerin çözümüne önemli katkılar sağlanacaktır.